Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk: “Dizginsiz bir sabır” gerekiyor bize. Yani her gün, her dakika devrim için çalışan, örgütlenen bir yoğunlukta bir çaba gerekiyor.

Sendika.org’un seçim sonrası sosyalist hareketin farklı kesimlerinin görüşleriyle oluşturulan dosyada yer alan Genel Başkanımız Nebiye Merttürk’ün röportajı.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?

Sosyalist hareket uzun bir süredir geçmiş deneyimleri, kitleselliği ve gücü üzerinden yani geçmiş bakiyesinden harcayarak siyasal süreçlerde konum almaya çalışıyor. Üstelik geçmişin başarılı pratiklerini terk etmiş ve dolayısıyla kitlesellik ve gücünü biraz da bu yüzden yitirmiş olmasına rağmen, sanki böyle bir sonuçla karşı karşıya değilmiş gibi yaparak bunu sürdürüyor. Halbuki ortada üst üste yaşanan ve özeleştirisinin verilip verilmediği tartışmalı bir yenilgiler süreci var. Öyle bir ruh hali var ki özeleştiri lafının kendisi sanki bir zayıflıkmış gibi algılanabiliyor. Özeleştiriden kaçışın sebeplerinden biri budur. Yine bununla bağlantılı olarak güç zehirlenmesi (“Hangi güç?” diye sorular akla gelebilir ancak zehirlenme zaten böyle bir farkında olamama halini işaret eder) bu eleştiriden kaçma sebeplerinden. Sendika.Org’un hazırladığı dosyayı bu anlamda de değerli buluyoruz.

Yenilgi muhasebesini, seçimlerde Tayyip Erdoğan karşısında yaşanan yenilgi sınırında yapmak yanlış olur. Toplam bir süreci değerlendirmemiz gerekir.

Örneğin Haziran İsyanı’nı yaşadık, 7 Haziran-1 Kasım arasını yaşadık, 10 Ekim’i yaşadık, sonrasında OHAL koşullarını yaşadık, sert mücadelelere girdik ve ne yazık ki galip çıkamadık. İsyandan ileri sonuçlar çıkaramadığımız gibi faşizmin isyan bastırma siyaseti karşısında da etkisiz kaldık. Bu durum hem kitle pasifikasyonunu yoğunlaştırdı hem de geniş kesimlerin örgütsüzleştirilmesi sonucunu ortaya çıkardı. Örgütler de gerek kitle örgütü olsun gerekse politik örgütlerimiz olsun inandırıcılığını ve güvenilirliğini yitirdi.

Yani yenildik diye kahrolmanın, sürekli kendimizi suçlamanın alemi yok ama basit bir gerçeklik var ve onu kabul etmeliyiz. Türkiye’de işçi sınıfı hareketi 2000’li yılların ortasından itibaren AKP’ye ve onun yürüttüğü neoliberal İslamcı dönüşüme karşı giderek politik yoğunluğu derinleşen bir kavgaya girişti, muhteşem direniş örnekleri de yarattık ama nihai olarak yenildik ve bunu kabul edip zafere giden yolda sağlam hareket noktaları saptamak için dersler çıkarmalıyız. Yenilginin doğal sonucudur örgütsüzleştirilme, inandırıcılık ve güven kaybı. Yenilgilerden ders çıkaran bir yeniden inşanın yolunu arayacağımıza sanki hiçbir şey olmamış gibi yapmakta ısrar aslında yenilgide ısrardır.

Özeleştirinin elbette çok fazla boyutu olabilir ama bugün seçim sonuçlarıyla da ortaya çıkan tabloya bakarak bir başlangıç noktası ifade edeceksek, 2013 yılında ülke yakın tarihinin en büyük isyanlarından biri yaşandı ve o isyan sürecine giden yıllarda sokakta ısrar eden meşru, militan ve giderek kitleselleşen bir mücadele çizgisinde ısrarcı olmanın büyük etkisi vardı. 1 Mayıs’larda Taksim’in kazanılması en basit örneklerinden biridir ama kent yoksulları hareketinden, güvencesiz işçi hareketinden ve devrimci gençlik mücadelesinden sayısız örnekleri bu noktada ele alabiliriz. Böyle bir sürecin ortaya çıkardığı büyük dinamik daha isyan sokaktan elini ayağını çekmemişken bile yerel seçimlere eklemlendi, hem de sol-sosyalist hareket tarafından. Dolayısıyla sonrasındaki süreçlerde de seçimcilik aklının gelişmesi ve giderek ana siyaset yapma biçimi haline gelmesi doğal sonuçtur. Özeleştirinin başlangıç noktaları buralar olmalıdır.

Haziran İsyanı’nın ortaya çıkardığı büyük toplumsal dinamik bir kültürel saflaşmanın tarafına indirgenmek yerine ülkemizin bütününü kapsayan sınıfsal bir saflaşmada anahtar rol oynayabilirdi. Tabii bunu mümkün kılacak tek güç sosyalist hareketti yoksa kendiliğinden böyle bir sonuç üretmesi mümkün değildi. Onun yerine AKP’nin de başarıyla ürettiği, kendi seçmen kitlesini konsolide ettiği bir toplumsal ve kültürel saflaşmanın tarafı olarak kaldı. Sosyalistler de buna eklemlenerek politik çatışmayı bu kültürel değerleri savunmaya indirgedi. Sonuç olarak sosyalist olmak, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarına dayalı politik bir davanın savunuculuğundan birtakım kültürel değerlerle ifade edilen, birbirine benzeyen insanlardan oluşan bir çevreye daraldı.

Son seçim sürecinde de Erdoğan’dan kurtulma yönünde büyük bir istek ortaya koyan, farklı mücadele alanlarında düzen karşıtı direniş eğilimleri gösteren halk kesimleri seçmene indirgenerek düzen içi seçeneklere eklemlendi, pasifize edildi, savunmasız bırakıldı. Oysa sosyalistlerin direniş eğilimlerini örgütlemesi, yükseltmesi, halka önderlik yapması beklenir. Bu yapılmamış ya da yapılamamıştır. Sosyalistler açısından esas yenilgi buradadır. Yani bu dosyaya da konu olan “perdenin kalkması” halini beklemek yerine, sosyalistler bizzat o perdeyi yırtıp atabilirdi. Ancak seçimciliğin hegemonyası altında buna gerek görülmedi. Çünkü Tayyip Erdoğan zaten kaybediyordu, restorasyon sürecine uygun pozisyonlar almak gerekirdi vs. Tüm bu süreç boyunca Millet İttifakı’na yönelen veya yönelme ihtimali olan bütün eleştiriler neredeyse bozgunculukla suçlandı. Yakın zamana kadar sosyalistlerin seçimlerle kurduğu ilişkide çok bilinçli bir temkin hali olurdu. Seçimlere nasıl müdahale edileceği konusunda herhangi bir düzen içi adayı destekleme fikri çekinerek dile getirilirdi. Seçimden seçime hızla savrulan sol içerisinde ise düzen içi bir adaya çağrı yapılmaması gereğinden fazla polemik konusu olabildi. Bunu neden anlatıyoruz? Bu gerçek bize çok ince bir ayarın kaçtığını ifade ediyor çünkü.

Halk muhalefetinin düzen içi seçeneklere eklemlenmesi ve seçim odaklı yaklaşım, sonuç olarak Erdoğan iktidarının kendisine sandıkta yeniden meşruiyet sağladığı, sağın ve ırkçılığın muhalefet içinde meşruiyet kazandığı, bütün toplumsal muhalefetin de Millet İttifakı’nın, yani bir düzen içi alternatifin yenilgisinin altında bırakıldığı bir durum yaratmıştır. Tarihin en gerici, en faşist meclisi ortaya çıkmıştır ve herkes bu manzarada kendi payına düşeni hesap etmek zorundadır. Meclise bir sosyalist vekil daha sokma motivasyonu geride kalan her şeyin önüne geçebilmiştir. Ayrıca salt Erdoğan karşıtlığı üzerinden yürütülen süreçte yoksul ve emekçi halkın taleplerini öne çıkaran bir siyaset hâkim olamamıştır.

“Neoliberal çöküntü ve faşizm karşısında halkın örgütsüz, hareketsiz ve savunmasız bırakılmış olması bizler açısından üzerinden atlanamayacak bir özeleştiri konusudur” demiştik yakın zamanda verdiğimiz bir röportajda. Bu özeleştirinin karşılığı olarak kendimizi gözden geçiriyoruz ve ideolojik, politik, programatik, örgütsel ve kadrosal bir yeniden inşayı başlatmış bulunuyoruz. Geçtiğimiz ay genel kurulumuzu tamamladık. Şimdi önümüzde Ekim ayında gerçekleştireceğimiz bir çalıştay var. Bu çalıştayda, burada bahsettiğimiz muhasebenin yani sıra örgütümüzün en geniş meclislerinin, karar alma mekanizmalarının da katkılarıyla birlikte önümüzdeki dönem programımızı, ama aynı zamanda politik hattımızı hep birlikte tartışacağız.

Özeleştiri sürecinin sosyalistleri sıkıştığı dar alandan çıkarmanın olanaklarını, zeminlerini oluşturmakla başlaması gerekir. Çünkü bizim bildiğimiz özeleştiri pratikle verilir. Yani sosyalistler bu memlekette işçi sınıfının bağımsız çıkarlarına dayalı bir davanın örgütleyicisi olacaksa doğal olarak işçi sınıfıyla, kent yoksullarıyla daha fazla bağ kurmak, biraz bu kesimlerden öğrenmek ama kendi devrimci iradesi ve aklıyla da bu kesimlerin mücadelesini, politik bakış açılarını geliştirmek zorundadır, zorundayız.

Yeniden inşa dediğimiz şey sözde bırakılamayacak, bu memleketin yarınını belirleyecek olan ciddi bir meseledir. Uzun süredir deforme olan devrimcilik anlayışının, yoldaşlık hukukunun, düzen dışı muhalefetin, sosyalizm mücadelesinin, gündelik olanla stratejik olan arasındaki bağın kurulabilmesinin, yani hem kendini hem mücadele tarzını, dilini, oturmasını kalkmasını, yaklaşımını, ittifakını vs., bunları çoğaltabiliriz, yeniden kurmaya ihtiyacı vardır.

Bu konuda köklü mücadele geleneklerimiz bize avantajlar sağlıyor. Ama yenilgilerimizin ve bugünün sınıf savaşlarının önümüze koyduğu dersleri iyi çalışmamız kaydıyla…

Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?

Rejim için seçim sonuçları kendi özgüvenlerini tazeledi kuşkusuz. Ancak daha büyük bir sonuç düzen muhalefeti cephesinde büyük bir önderlik krizi açığa çıkardı. Millet İttifakı diye ifade edilen ilişkiler sürekli kriz içerisinde. Bu rejim için seçimde aldıkları oyun yarattığı sonuçlardan da öte bir anlam ifade ediyor. Hareket alanında büyük bir serbestlik sağlıyor ancak esas korkuları yoksul halk kesimlerinden. Her ne kadar büyük bir kısmından oy anlamında rıza devşirdilerse de yoksulluk ve hayat pahalılığı hala büyük bir sorun. Ve bu durum seçimlere giden süreçte seçim ekonomisiyle idare edilmeye çalışıldı. Ancak seçimlerin hemen ardından sermayenin talep ve beklentileri doğrultusunda dolar kuru serbest bırakıldı. Dolarla ticaret yapan sermaye kesimleri açısından “rasyonel” olan bu hamle milyonlarca insanın yoksullaşmasına, işçilerin ücretinin dolar karşısında erimesine ve dolayısıyla alım gücünün düşmesine sebep oluyor.

Bunun yıkıcı sonuçlarını iktidar da iyi biliyor. Bu yüzden bu durumu inançlarla, “Yerli ve milli” hikayelerle, en olmadı Kadın ve LGBTİ+ düşmanlığıyla, Kürt ve göçmen düşmanlığıyla bastırması, öfkenin kendisine yönelme ihtimalini en aza indirmesi gerekiyor. En bilinen taktiği hayata geçiriyorlar o yüzden. Dinle, milliyetçilikle insanları taraf edip sınıfsal gerilimleri kültürel gerilimlere dönüştürmek.

Diyarbakır’da, Dersim’de sokağa çıkan enerji işçilerine, Antep’te AKP’li Belediye Başkanı Fatma Şahin’in yalvarmasına sebep olan tekstil işçilerine, İBB’ye bağlı Ağaç A.Ş. işçilerine, direişleri birbirini izleyen belediye işçilerine baktıkça iktidarın bu işin altından o kadar da kolay kalkamayacağını söyleyebiliriz. Bu örnekler formel, toplu sözleşme uyuşmazlığıyla yasal greve giden yerler değil, ortaya irade ve cesaret koyan sınıfsal çıkışlar. Ama şunu da biliyoruz, son seçim öncesi beklentileri de şişiren “boş tencere iktidar götürür” mantığı kendiliğinden bir sonuç üretmiyor. Dolayısıyla bu mücadeleler içerisinde sosyalistler, halkın bağımsız çıkarlarına dayalı bir programı olgunlaştırmalı ve bu programatik yaklaşım etrafında farklı mücadelelerin yan yana geliş zeminleri oluşturmaya çalışmalıdır. Sendikal alandan yapmalı, habercilik alanından yapmalı, işçilerin, yoksulların yaşadığı bölgelerde hayatını kolaylaştıracak dayanışma ilişkilerini yaygınlaştırmalı. Yoksa bu aralar da çok yazılıp çiziliyor, fabrikada kavga eden işçi oradan çıkınca tarikat-cemaat ilişkileriyle, hemşehricilik ilişkileriyle farklı farklı kuşatılmışlıklarla bu kavga potansiyelinin bastırılması durumuyla karşılaşıyor. O zaman hayatın bütününü kuşatan bir örgütlenme çabası gerekiyor.

Bunlardan önümüzdeki dönemde öne çıkacak birkaç başlık var. Eğitim hakkı, barınma hakkı mücadelesi ve kadına yönelik şiddet. Eğitimde ÇEDES protokolüyle öne çıkan durum şudur aslında; eğitimde çok ciddi bir niteliksizleşme var, laik ve bilimsel eğitimin içi boşaltıldı. Aynı zamanda çocuk işçiliğin artmasıyla da bu durumu görüyoruz. Sermayeye ucuz iş gücü üreten bir devlet okulu düzeni var. ÇEDES gibi projelerle de kurulan bu düzen olağanlaştırılmaya, kader gibi algılanacak bir ideolojik boyut oluşturulmaya çalışılıyor. Beğenmeyen aileler için de özel okullar var, yani laiklik istiyorsanız satın alacaksınız. Buralar da sermayeye ara katmanlarda yönetici üreten yerler. Şimdi bu sınıfsal yanı çok ağır basan bir saldırı ve bunun karşısında ancak eğitimi bilimsel ve laik bir içerikle talep eden, bunu sadece bir duyarlılık düzeyine indirgemeden, eğitimin sermayeye köle üreten bir düzenek olmasını istemeyen herkesin sahipleneceği bir mücadele olarak örgütlemek gerekiyor. Eğitim emeselesinin başka bir boyutu da kız okulları tartışması. Kadınların toplumsal hayata katılımını elinden geldiğince sınırlandırmaya çalışan ve eşitsizlik üreten bu mantığa en çok biz kadınların ses çıkarması gerekiyor. Bakan tepkilerden sonra yanlış anlaşıldığını ifade eden açıklamalar yaptı ama biz bu “ağızdan kaçırdıkları” planları kademe kademe nasıl hayata geçirmek istediklerine şahit oluyoruz. İstanbul sözleşmesinden çekilme sonrası 6284’ü tartışmaya açan, tarikat ve cemaatlerle kadınların ve LGBTİ+ların hakları ve hayatları üzerinden pazarlığa girişen, istismarı ve şiddeti meşru gören, ücretsiz bakım emeğini kadınların üstüne yıkan ve bu sayede sermayeye can suyu taşıyan bu anlayışa karşı kadınların her zaman oılduğu gibi birlikte çok güçlü mücadeleler sergileyeceği kuşkusuz.

Bir diğeri barınma hakkı mücadelesi, herkesin bildiği gibi büyük bir konut kriziyle karşı karşıyayız. Kiralardaki aşırı artış, özellikle büyük şehirlerde ev sahipleriyle kiracıları karşı karşıya getiriyor, her gün haberlerde yeni bir kavganın hatta cinayetin haberiyle karşılaşıyoruz. Devlet kiralara yüzde 25 üst sınırı koydu ama denetleme mekanizması yok ve ev sahipleri bu kurala uymuyor. Bunun doğal sonucu ücretiyle geçinmeye çalışanların yani ücrete bağımlıların, işçilerin kent merkezlerinden sürülmesi, asgari ücret veya altında ücret alanların ve yalnız yaşayan kadınların yeniden aile evine dönmek zorunda kalması, şiddet gören kadınların şiddet gördüğü evden ayrılamaması veya bu konuda güçlük çekmesi. Yani kadınları geleneksel aile ilişkileri içerisine hapsetmek için de oldukça elverişli bir ortam.

Aynı zamanda yeni organize sanayi bölgelerinin geliştiği çeper ilçelere taşınmadır. Kent merkezinden sürülmek basit bir şey değil, bütün alışkanlıklarından, sosyalleşme olanaklarından da mahrum kalmak, zorundasın bu durumda. Bu da yetmiyor ama sermayeye, Eskişehir’de, Bursa’da sanayi çevresinde uydu kentler kuralım önerisi getiriyorlar, yani fabrika ve hiçbir sosyalleşme olanağının, kent hafızasının olmadığı gettolar arasında akıp giden hayatlar istiyorlar. Yeter ki üretime zeval gelmesin. Dolayısıyla biz insanca yaşamak istiyorsak, ulaşımın, kent güvenliğinin, barınma koşullarının görece daha nitelikli olduğu kentlerden sürgün edilmeyi istemiyorsak, barınma hakkımıza sahip çıkmak zorundayız. Yoksullaştırma dalgası altında asıl suçlu ev sahibi değildir, bu hakkı hak olmaktan çıkaran ve konutu yatırım aracı haline getiren iktidar politikalarıdır. Kiracıların yan yana geldiği zeminleri çoğaltmaktan, mahalle örgütlenmelerinin eksenine yerleştirmekten sendikal örgütlenmelerin bu konuyu gündeme aldığı, toplu sözleşme konuları haline getirdiği, kiracı haklarını savunduğu, avukatların özellikle halkın mücadeleleri içinde bulunan avukatların bu konuda özel çalıştığı bir anlayışın hayata geçirilmesi gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde iş bırakan Mamak Belediyesi işçilerinin, belediye başkanının yetersiz zam teklifine “Kira artışını bile karşılamıyor!” diyerek itiraz etmesi tesadüf değil.

Kısacası halkın tepkileri yaşam koşullarından kaynaklı artacak, her an hareketlenmeye hazır hale gelecek ama eğer güvenebileceği örgütlenmeler varsa mücadeleye evrilecek yoksa sorunlar derinleşerek devam edecek. Kirasını ödeyemeyen bir kişi kendi gibi olanlarla bir arada hareket edebiliyorsa kavga eder, yoksa çaresizlik içindedir ve son yıllarda çok fazla örneğini gördüğümüz işçi intiharları gibi sonuçlar daha da yaygınlaşır.

Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?

Sosyalist hareket içinde bulunduğu durumdan, hele ki bu kadar yenilgi ve hata sonrası bir çıkış arıyorsa sihirli anahtarlar beklememeli. Ne yapılacağı az çok belli ama bunun için bugün en fazla sahip olmamız gereken yetenek “sabır”dır. Ama o meşhur kitabın ismi gibi “Dizginsiz bir sabır” gerekiyor bize. Yani her gün, her dakika devrim için çalışan, örgütlenen bir yoğunlukta bir çaba gerekiyor. Bunu yapabilecek bir kadro politikasıyla, kitle politikası ayrı düzeylerden oluşuyor elbette ki. Uzun yılların, yenilgiyle içine daralmış, kendi güvenli mahallesinde, kendi kavramlarıyla konuşan, bir tür yankı odasına hapsolmuş solculuğun kadro tipi bugünün yoksul halk mücadeleleriyle, işçi sınıfı hareketlenmeleriyle ilişki kurabilecek yeteneklerden uzaktır. Dahası zaten bu tür bir kadro tipi böyle bir ilişki kurmayı da gerekli görmez. Bu yüzden solda özgürlük kavramı toplumsal eşitlik kavramından kopuk bir şekilde daha fazla rağbet görüyor ama ikisine de gözünü kapamayan bir devrimcilik biçimi üretmemiz gerekiyor. Yılların yarattığı daralmışlıktan hızlı bir çıkış kolay değil ama sosyalistler sınıfa gittikçe, yoksul halk tepkileriyle etkileşime geçtikçe gösteri siyasetinin alışkanlıklarından sıyrılacaktır.

O meşhur “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” kalıbının geçtiği Gramsci’nin metinlerinden konuşacak olursak, bu kalıp öncesi şu sözlerle bir tür kadro tipi ifade ediliyor; “Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa kapılmayacak ve aptallığın coşkusuna kapılmayacak ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir” ve devam ediyor: “…her biri etkin bir rol oynayabilmek için tarihin çiftçileri olmak istediler. Hiç kimse tarihin ‘gübresi’ olmak istemedi. Ama gübrelenmeyen toprak işlenebilir mi? Çiftçi de gübre de gereklidir bu yüzden…”.

Evet, etkin roller oynamak istiyorsak, hasattan söz etmek istiyorsak kirlenmeyi, sabretmeyi, dibe gömülmeyi göze almak zorundayız. Bugünün kadrosunun en önemli özellikleri bunlar olacak. Halka gerçekleri en yalın şekilde anlatma yeteneğini kazanmak için öğrenecek ama en önemlisi halkın mücadelesine kavgayı kavga ederek öğretecek bir cesaretle adanmış olacak.

Kitle politikasında ise doğal olarak daha esnek davranmak gerekir ancak bu esneklik, şekilsiz bir genişlik olmamalıdır. Kitle örgütleri geniş kesimleri kapsamalı, özlemlerini ifade etmeli ama kitleler kitle olarak kalsın diye değil, söz, yetki ve karar hakkına sahip olarak özneleşsin diye, kendi yetenekleri doğrultusunda harekete katılarak ortaya devrimci bir kapasite çıkarsın diye. Hatay’da deprem sonrası çalışmalarımız içerisinden çıkan Yaşam Meclisleri bu öze ve biçime sahiptir. Bu anlayışı, bütün mücadele alanlarında yaygınlaştırmak için çalışıyoruz. Elbette ki her yerdeki özgünlüğüyle. Bu noktada, sosyalistlerin kitle politikasında “Herkesten yeteneğine göre” ilkesi rehber olmalıdır. Tabi bu tarif biraz daha harekete geçme noktasında, geçmiş mücadelelerin de birikimini taşıyan ve sosyalistlere ilk elden en yakın kesimler için geçerlidir. Peki hangi kitleye hitap edeceğiz, gideceğiz? Bu noktada seçim sonrasında, bu dosya kapsamında yapılan röportajlarda da üç aşağı beş yukarı netleşmeye başlayan tutum sosyalistler açısından umut verici. Elbette devrime en çok ihtiyaç duyanlara, yoksullara, işçi sınıfına. Ama onlar gerici kod ve sembollerle hareket ediyorlar, kültürel olarak sosyalistlerin alışkanlıklarına çok yabancılar ve dolayısıyla ilk seçimlerde gidip yine AKP’ye ya da diğer sağ partilere oy verecekler diye yaygın bir kanı var. İnsanlar gördükleri, hayatlarında kısa vadeli ve uzun vadeli değişim yaratma ihtimallerinde etkili olabilen odaklara yüzlerini dönerler. Sosyalistler, tüm bu yoksulluk altında ezilen geniş kesimlerin hayatta kalma stratejilerine sirayet edemedikten sonra elbette sonuç böyle olacaktır. O yüzden daha fazla gitmeli, kültürel kod ve alışkanlıkları hemen değiştirmeye çalışmadan, kendini dayatmadan bir yöntemle, yalın ve sade söylemlerle gitmek gerekiyor ancak bunun kuyrukçu, ilkesiz biçimlerini de görüyoruz. Biz bu noktada şovenizme, cinsiyetçiliğe, gericiliğe de taviz veremeyiz yalnızca bunun sınıfsal sebeplerini ortaya koyarak gerçek düşmana işaret ederek herkese göstermek zorundayız.

Sonuç olarak, sosyalistler siyasete müdahale imkanlarını kaçırmadan, halkın çeşit çeşit sorun ve sıkıntılarını politik düzeyde birleştirme çabasına ara vermeden bir süre “aşağıda” çalışmak, uğraşmak zorundadır. Bu sabırlı çabalar içerisinde farklı sosyalist politik aidiyetlerin çakışması, denk gelmesi olağandır, olması gerekendir. Yani basın açıklaması için bir araya gelmek de anlamlıdır belki ama çok daha sahici zeminlerde, örneğin bir semtin kiracı hakları meclisinde, bir iş yerinin içindeki sendikal faaliyette, doğasını enerji şirketlerine karşı savunan köylülerin mücadeleleri içerisinde yan yana gelişler bizi asıl olarak gerçek birlik olanaklarına yaklaştıracaktır. Tarihsel olarak faşizme karşı mücadele içinde birliği savunduk bugüne kadar. Bugün faşizm işçileşen toplumun, işçileşen çelişkilerini yönetmek, isyan kapasitesini bastırmak için varsa, geniş emekçi kesimleri birbirine düşman eden kültürel saflaşmanın kara propaganda aygıtı olarak çalışıyorsa biz esas olarak faşizme karşı bu nitelikte bir mücadelede halkın isyan kapasitesini genişleten her çabayı değerlendirmek zorundayız. Bu noktada dar grup çıkarlarının bir anlamı yoktur, bir faydası da olmaz.