Nebiye Merttürk: “…artık bir geri alma ve yeniden inşa mücadelesi yürütmek zorundayız.” (KısaDalga)

Genel Başkanımız Nebiye Merttürk’le KısaDalga‘da Esra Tokat tarafından yapılan röportaj:

11 Aralık’ta Ankara’da yapacakları buluşma öncesi konuşan Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk, “Mahallelerde çaldığımız kapılar hep yoksulluğa açılıyor. Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun da oturtulduğu 6’lı masanın iddia ettiği gibi AKP’nin ilk 10 yıl iyi gidip sonra bozduğundan söz edemeyiz. Kimse 20 yıl sonra gelip de bize başa dönelim demesin, eskiyi övmesin” dedi.

Halkevleri’nin ‘hayat pahalılığına ve yoksulluğa karşı’ düzenleyeceği buluşma 11 Aralık’ta Ankara’da bulunan Ulus Meydanı’nda saat 14.00’de olacak. Buluşma öncesi Kısa Dalga’ya konuşan Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk, “Geniş kapsamlı bir kamulaştırmayı, işçi denetimi ve yönetimini, toplumsal çıkar odaklı bir planlamayı önüne koyan sosyalist bir programla aşılabilir bu enkaz” dedi.

“Bu ülkede özgür yaşayamıyoruz. Demokrasi yok. Eşitlik yok. Barış yok. Laiklik yok” diyen Merttürk, “Anayasasında ‘laiktir’ yazan bir İslam devleti oldu Türkiye Cumhuriyeti. Dört yanı savaşlarla ateşten çembere dönen bir ülkeyiz ve AKP iktidarı bu savaşlara dahil olmayı, başka ülkelerin topraklarına girmeyi, yeni savaşlar çıkarmayı marifet gibi sunuyor” ifadelerini kullandı.

Mahallelerde çaldıkları her kapının yoksulluğa açıldığını belirten Merttürk, “Kredi kartları borçlarını ödeyememekten korku var, işsiz kalmaktan korku var, polis saldırısından korku var, bomba patlar korkusu var” diyerek yurttaşların yaşadığı sıkıntılara dikkat çekti.

 

Halkın yaşadığı en büyük sorun olan yoksulluk ve hayat pahalılığı olarak görüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Bu sorun nasıl aşılabilir? “Bizden çalınanları geri alacağız” diyorsunuz. Bu nasıl olacak?

Aslında halkın yaşadığı en büyük sorun faşist bir saray rejimi tarafından yönetiliyor olmasıdır. Bunu en tepeye yazalım. Ama bu rejim neden var? Bu rejim, bir işçi toplumu haline gelmiş Türkiye’de sermayenin, özellikle bazı talancı sermaye gruplarının çıkarlarını savunmak, emekçilerin kendi çıkarlarını savunmasını engellemek için var. Hak ve özgürlük taleplerini bastırmak için var. Toplumu gerici çatışmalar ekseninde bölmek için var. Sermaye politikalarının yıkımına, yoksulluğa ses çıkarılmasın diye var. Türkiye’yi emperyalist sistem içi iş bölümünde ucuz emek cenneti haline getirmek için var. Tam da bu nedenler yüzünden halk bilinçli olarak yoksullaştırılıyor. Bununla birlikte, enerjiden gıdaya dışa bağımlı bir ülke haline getirildiğimiz, bir de bunun üstüne dış kaynağa bağımlılığımız giderek büyüdüğü için dünyadaki enerji ve gıda krizini katmerli bir şekilde yaşıyoruz. Bütün dünyada enflasyon var ama biz ortalamanın katbekat fazlasını yaşıyor, ilk sıralarda yer alıyoruz. Yani halk başındaki saray rejiminin ceremesini daha fazla yoksullaşarak, hayat pahalılığı karşısında ezilerek yaşıyor.

“Babacan’ı sahiplenen tarafın da daha iyi bir gelecek vaadi yok”

Şimdi asgari ücret tartışılıyor. Hatta bazen yüksek zam oranları veriliyor, sermaye gruplarından bile enflasyon üstü zam isteyen oluyor. Ama bakıyoruz ki halkın geçim koşulları sürekli kötüleşiyor. Çünkü ücret dışındaki bütün geçim araçlarımız, güvencelerimiz ortadan kalktı. Daha önce parasız erişilebilen temel kamusal hizmetler, adı devlet okulu ya da hastanesi ya da belediye otobüsü vs olsa bile, artık bütünüyle özelleşti, piyasalaştı. Her şey paralılaştı. Tarım çökertildi, bu ülkenin gıda güvencesi yok. Konut sahibi olmak giderek daha geniş kesimler için hayal oluyor. Bütün hayatı sermaye mantığıyla örgütlerseniz, hiçbir ücret zammı ile giderilemeyecek bir sorun yaratmış olursunuz. Onu yaşıyoruz.

Bunu aşmayı tartışmamız lazım. Aslında düzen siyasetinin muhalif kanadı da krizi aşacağını iddia eden vizyon belgeleri, program taslakları ortaya atıyor. Ama gördüğümüz yalnızca sermayenin başka bir fraksiyonunun programı. Daha doğrusu 20 yıllık AKP iktidarının uyguladığı neoliberal politikaların enkazı altında, bir taraf 20 yılda geldiği noktayı korumaya çalışırken, AKP’nin ekonomi bakanı Ali Babacan’ı sahiplenen diğer taraf bizi bu noktaya getiren 20 yıl önceki politikaları çözüm diye önümüze koyuyor. Her ikisi de sermaye odaklı ve emeğe ancak sermaye fraksiyonlarının izin verdiği kadar pay bırakıyor. Oysa sermayenin insanlığa “daha iyi bir gelecek” vaadi yok, ortada uzlaşma aralığı yok, bu faşist iktidar da o uzlaşmazlığın ürünü.

Önerileriniz sermaye düzeni içinde kaldıkça, işçinin, halkın yoksullaşmaya devam etmesi değişmez bir sonuç olacak. Bu sorun bu düzene karşı mücadele ederek çözülür ve düzen dışı bir akıl geliştirmeye de ihtiyaç var. Yalnızca hareket anlamında söylemiyorum. Geniş kapsamlı bir kamulaştırmayı, işçi denetimi ve yönetimini, toplumsal çıkar odaklı bir planlamayı önüne koyan sosyalist bir programla aşılabilir bu enkaz.

“Yeniden inşa mücadelesi yürütmek zorundayız”

“Bizden çalınanları geri alacağız!” derken aslında böylesi programatik yaklaşım geliştirmekten bahsediyoruz. Neoliberal süreçle birlikte geçmişte işçi sınıfı mücadeleleri ve devrimlerle kazanılmış haklarımız elimizden alındı. Kamusal birikimlerimiz, fabrikalarımız, ortak zenginliklerimiz, geçimlik tarlamız, köyümüz, doğamız, evimiz, mahallemiz elimizden alındı. Buna karşı savunmacı mücadeleler verdik ama kimi zaman bugüne olumlu miraslar devreden görkemli direnişler de sergilesek nihayetinde yenildik. Şimdi artık bir geri alma ve yeniden inşa mücadelesi yürütmek zorundayız. Halk kendi ihtiyaçları doğrultusunda bu yaklaşımla mücadele etmek zorunda, ediyor da, toplum alttan alta kaynıyor. İşte bu kaynama örgütlü bir mücadeleye dönüştürülürse iktidara geri adım attırabilir, daha ileri hedefler ve yaygınlaşan mücadeleler için cesaretlendirici, örnek kazanımlar elde edebiliriz. Bu elbette politik bir mücadeledir. Halkın söz, yetki ve karar sahibi olduğu, sosyalist bir ülke kurma mücadelesidir.

Halkevlerinin talepleri de bu noktada önem kazanıyor. Bugün sokakta dile getirdiğimiz talepler, aslında az önce bahsettiğimiz programatik yaklaşımın güncel acil talepleri. Halkın büyük çoğunluğunu oluşturan yoksulların, işçilerin ortaklaştığı, ortaklaşabileceği talepler bunlar. Örneğin, geçtiğimiz yıl gelen elektrik ve doğalgaz zamlarına karşı mücadele ederken, enerji üretim ve dağıtımının kamulaştırılması halinde mevcut koşullarda dahi bütün hanelerin tüketiminin parasız karşılanabileceğini, hesaplarıyla ortaya koymuştuk. Bu hala geçerli. Her haneye ücretsiz 140 m3 doğalgaz verilmelidir, diyoruz. Faturalardan ÖTV ve KDV’nin kaldırılması gerektiğini söylüyoruz. Asgari ücretin dört kişilik bir hanenin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak, insanca yaşayacak bir düzeye getirilmesi gerektiğiniz söylüyoruz. Kira artışlarının denetlenmesi, kiralara bulunduğu bölgeye göre üst sınır getirilmesi gerektiğiniz söylüyoruz. Bunlar 11 Aralık’ta yapacağımız eylemde dile getireceğimiz acil talepler. Bu acil talepleri dile getirirken tek ve gerçek çözümün de bütün temel hizmetlerin ve üretim araçlarının kamulaştırılması, doğanın ve kentlerin de sermayenin elinden alınması ile mümkün olacağını vurguluyoruz.

“Anayasasında ‘laiktir’ yazan bir İslam devleti oldu Türkiye Cumhuriyeti”

Halkevleri olarak Türkiye’ye baktığınızda başka hangi sorunları gözlemliyorsunuz?

Yoksulluk ve hayat pahalılığından bahsettik. Ama bununla birlikte ve bununla bağlantılı olarak derinleşen ve çözülmesi gereken temel sorunlarımız var. Bu ülkede özgür yaşayamıyoruz. Demokrasi yok. Eşitlik yok. Barış yok. Laiklik yok.

Kadınlar, Aleviler, Kürtler, göçmenler eşitsizlik, baskı ve ayrımcılığı sonuna kadar yaşıyor. Bunlar kökü derinde olan ve geçmişten gelen sorunlar elbette. Ancak belirttiğimiz gibi ifade ettiğimiz gibi faşist rejimin bu işçi toplumunu yönetebilmesi de kadın düşmanlığını, Kürt düşmanlığını, Alevi düşmanlığını, LGBTİ+ düşmanlığını, göçmen düşmanlığını kışkırtıp işçi sınıfını bölmesi ve baskı politikalarına rıza üretmesi ile mümkün. Saray rejiminin kadın düşmanlığını, LGBTİ+ düşmanlığını, Kürt düşmanlığını, seküler hayat tarzının simgelerine yönelik düşmanlığı özel olarak kışkırttığını görüyoruz. Toplum neredeyse Kürtlere karşı savaşı ve Kürtlerin siyasal haklarının inkarını, AKP-MHP’nin bir seçim kampanyası klasiği olarak kanıksamış durumda. Anayasasında “laiktir” yazan bir İslam devleti oldu Türkiye Cumhuriyeti. Dört yanı savaşlarla ateşten çembere dönen bir ülkeyiz ve AKP iktidarı bu savaşlara dahil olmayı, başka ülkelerin topraklarına girmeyi, yeni savaşlar çıkarmayı marifet gibi sunuyor.

En son çarpıcı bir vaka ile önümüzde duran çocuk istismarı sorununa bir bakalım. Dinci gericiliğin devlet eliyle örgütlenmesinin, cemaat ve tarikatların devlet korumasına alınıp dokunulmazlık zırhı ile kuşatılmasının sonuçları bunlar.

Bizim yükselttiğimiz insanca yaşam talebi, ancak eşitliğin, özgürlüğün, demokrasinin ve barışın hüküm sürdüğü bir ülkede karşılanabilir. Toplumsal-ekonomik çöküntüye karşı mücadele ile faşizme karşı mücadele zorunlu olarak iç içedir. Bu nedenle “bizden çalınanları geri alacağız” derken salt ekonomik bir talepler dizgesinden bahsetmiyoruz. Aynı zamanda eşitliğe, özgürlüğe, demokrasiye, barışa dair elimizden alınan ne varsa onları da geri almaktan, bunun da ötesinde ülkemizi eşitliğin, özgürlüğün, demokrasinin ve barışın ülkesi olarak yeniden inşa etmekten söz ediyoruz.

“Kimse eskiyi övmesin, 20 yıl sonra başa dönelim demesin”

21 yıldan beri ülkeyi yöneten bir siyasi parti var. Geriye dönüp baktığınızda AKP ile geçen 21 yılı nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP hangi misyonla gelmişti diye bir hatırlatma yaparsak birincisi ülke içinde neoliberal dönüşümü gerçekleştirmek ikincisi de emperyalizmin özellikle Ortadoğu politikalarına uyumlu bir dış siyasetin yürütücülüğünü yapmaktı. Şimdi bu iki konuda AKP bir noktaya kadar başarılı oldu ama halkın yararına bir başarı değil bu, sermayenin, emperyalizmin yararına bir başarı. Ancak 2008’de neoliberal hegemonya, Arap halk hareketleri ve Suriye savaşı sonrasında da Büyük Ortadoğu Projesi çöktü. Sistem krize girdi. AKP ise sistemin krizi koşullarında iktidar yolculuğunu sürdürebildi. Liberallerin iddia ettiği gibi bir U dönüşü olduğundan ya da Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun da oturtulduğu 6’lı masanın iddia ettiği gibi AKP’nin ilk 10 yıl iyi gidip sonra bozduğundan söz edemeyiz. Bugün ekonomisinden demokrasisine, toplumsal yapısından doğasına ülke bir enkaza çevrilmişse o 20 yıl önce başlayan yürüyüşün temelindeki sermaye çıkarlarının ve emperyalist çıkarların payı vardır. Kimse 20 yıl sonra gelip de bize başa dönelim demesin, eskiyi övmesin.

“Mahallelerde çaldığımız kapılar hep yoksulluğa açılıyor”

“Yoksulluğa ve hayat pahalılığına karşı halk buluşuyor” eylemi öncesinde mahallelerde, pazarlarda yurttaşlara çağrıda bulundunuz, tepkiler nasıl?

Mahallelerde çaldığımız kapılar hep yoksulluğa açılıyor. İnsanlar mutfak bütçelerini ne kadar kıstıklarından bahsediyorlar. Kapılar açıldığında genelde üstlerinde kalın hırkalar oluyor. Hemen doğalgazın kısıldığı bir ev daha diye geçiyor aklımızdan. Sorduğumuzda ise beklenen cevaplarla karşılaşıyoruz, akşamları ışıkları söndürülerek, battaniye altında dizi izleyen bir profil var çoğunlukta. Hem elektrikten tasarruf hem de yakıttan. Sosyal hayattan zaten bahsetmek mümkün değil, “Artık misafir bile kabul edemiyorum” diyordu bir komşumuz mesela. Ekonomik kriz ciddi bir asosyalleşme, bireyselleşmeyi de beraberinde hayatlarımıza sokmuş durumda.

Yaptığımız çalışmalarda sorunlardan bahsediyoruz ama bahsettiğimizden fazlasını insanlardan dinliyoruz. İnsanlar dertli ve tepkili ancak bunun hemen sokağa dökülmesini beklemeyelim. Sokağa çıkma konusunda yaygın bir korku, kaygı ve çekinme hali de var. Ben bunları anlatıyorum ama sizin gibi eylem yapamam diyor insanlar. Bunu anlamak, halkın katılabileceği eylem biçimleri üzerine düşünmek, güven verici bir hareket çizgisi oluşturmak, gündelik hayatın içinde halkla teması artırmak lazım. Kredi kartları borçlarını ödeyememekten korku var, işsiz kalmaktan korku var, polis saldırısından korku var, bomba patlar korkusu var. Yani birtakım korkuların ya da kaygıların kitleler üzerinde nasıl bir pasifikasyon aracına dönüştürüldüğünü de fark ediyorsunuz. Ama bir yandan da mutlaka hesap sorulması gerektiğini, sokağa çıkılması gerektiğini de düşünüyor insanlar. Aslında bu da gösteriyor ki çok yönlü bir mücadele gerekli. Sokağa da çıkacağız, korkusu, kaygısı olanın mücadeleye katılabileceği biçimler de üreteceğiz. Herkes ne yapabiliyorsa onunla kavgaya katılacak. Bize düşen halkı kendi hakları için, gerektiğinde kendini savunmak için kavga edebilecek örgütlü bir güç haline getirmek.

“İktidar dini kullanarak sorunların üstünü örtmeye çalışıyor”

Açıklamalarınızda laiklik talebini özellikle vurguluyorsunuz. Laiklik Türkiye için sizce neden bu kadar önemli?

Çünkü iktidar dini kullanarak, dinsel referanslar vererek bugün ülkemizin birçok sorununun üstünü örtmeye çalışıyor. Örneğin kadın erkek eşitsizliğini, LGBTİ+ ayrımcılığını, işçilerin sömürü koşullarını, iş cinayetlerini “Fıtrat, kader” gibi kavramları kullanarak ve hatta çocuk istismarını bile dini referans vererek normalleştirmeye çalışıyor. Bir tarafı dışlayarak bastırıyor bir tarafı da yoksulluğu, sömürüyü yaşamasına rağmen dini referanslarla içermeye çalışıyor. Bu arada patron zenginleşmeye devam ediyor. Yani alttakine din, iman, üsttekine han hamam düzeni hüküm sürüyor. Dolayısıyla bu ülkenin gerçek sorunları konuşulup çözüme kavuşturulacaksa bu dini referanslarla yapılamaz. Tam da bu yüzden tüm toplumsal yaşam ve üretim ilişkileri dinin egemenliğinden arındırılmalıdır. Laiklik sadece geleneksel olarak kendini laik ya da seküler diye tanımlayan kesimler için değil, bütün kadınlar için, bütün emekçiler için, bütün ezilenler için nefes almak kadar yaşamsaldır.

Seçimlerde Halkevleri olarak çalışma/eylem planınız var mı? Önümüzdeki seçimi Türkiye tarihi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Seçim sürecini de belirleyen çok boyutlu toplumsal-siyasal çatışmaların, şiddetli sınıf savaşlarının içinden geçiyoruz. Ancak bize, yani muhalefete, yani halka söylenen siyasal varlığımızı ve eylemimizi seçim düzlemi ile sınırlamamız. Oysa seçim odaklı bakışın bir körleşme ve eylemsizlik hali yarattığını, bunun da dönüp dolaşıp iktidara ve egemen sınıflara hizmet ettiğini görüyoruz.

Bu seçime her şeyi belirleyen bir ölüm kalım seçimi, tek çözüm ve kurtuluş düzlemi anlamı yükleyen yaklaşımlar halkı ehven-i şer seçeneklere eklemlenmeye mecbur bırakıyor ve halkı yalnızca seçmene indirgeyen bir yaklaşımın gelişmesine de sebep oluyor. Ortada birikmiş onlarca sorun var ancak halkın bu sorunlara çözüm önerilerini, şartlarını konuştuğu, bunun etrafında örgütlendiği bir seçeneği boğmaya çalışıyor bu durum. Tam da bu yüzden biz halkın bağımsız bir politik güç olarak, kendi hakları ve özgürlüğü için mücadele edeceği, direneceği bir perspektifinin bu sürece yansıması gerektiğini düşünüyoruz. Bu noktada halkın taleplerini/şartlarını içeren bir programla alternatif oluşturmaya başlamalı, halkın bunun etrafında örgütlendiği, örgütlü mücadele ettiği ve siyasal alanı da aslında aşağıdan kuşatan bir hareket biçimi geliştirdiği bir mücadeleyi ortaya koymalıyız.

Halkevleri gelecekten umutlu mu?

Umutsuzluk yasak, yılgın türküler söylemek de.

Aslında her seçim döneminde halkın büyük bir kesimi buna solcular, sosyalistler de dahil umutla umutsuzluk arasında salınıyor. Bu defa gidecekler beklentisi kabardığı durumlarda umut ortaya çıkıyor ama ortaya beklediğimiz sonuç çıkmayınca bu defa büyük bir umutsuzluk ve hayal kırıklığına neden oluyor. Belki de umudu aradığımız yeri sorgulamamız gerekiyor. Bugün yoksulların aşağıda kaynayan öfkesine, işçilerin düzeni sorgulayan örgütlenme ve direniş girişimlerine, kadınların sokakları dolduran iradesine ve hatta İran’a baktığımızda umudu direniş kapasitesinde görebiliriz. Biz bunu gördüğümüz ve bu ihtimalin örgütlenmesi gerektiğini düşündüğümüz için çalışmalarımız da zaten bu kesimlerin içinde sürüyor.

Kaynak: https://kisadalga.net/haber/detay/halkevleri-genel-baskani-mertturk-kimse-eskiyi-ovmesin-20-yil-sonra-basa-donelim-demesin_49172