İnsanca bir yaşam, demokrasi, laiklik, özgürlük ve barış için direnişte birleşelim

İnsanca bir yaşam, demokrasi, laiklik, özgürlük ve barış için direnişte birleşelim

Bu bir Çöküş Çağı, bu bir Kuruluş Çağı

Zamanların en kötüsündeyiz. Mülksüzleştirilen ve yaşamak için ücret karşılığı çalışmak zorunda bırakılan, proleterleştirilen insanların sayısı 4 milyara, dünyanın çalışabilir nüfusunun neredeyse tamamına ulaştı. Bu büyük yıkım sürecinin bir parçasını oluşturan savaş, yoksulluk, insan hakları ihlalleri nedeniyle her şeyini bırakıp göç ettirilen mülteci işçilerin sayısı 100 milyona yaklaştı. İşçileştirilen nüfusun büyüyen bir çoğunluğu insanca yaşayabilecekleri bir ücret düzeyinden, insan onuruna yaraşır çalışma koşullarından, sosyal haklardan ve düzenli istihdam olanağından yoksun. Halkların ortak serveti olan kamu iktisadi teşekkülleri, temel kamusal hizmetler, yollar, su, hatta attığımız çöpler ve soluduğumuz hava dahi ticari mal haline getirildi. Milyarlarca emekçinin yarattığı servet binlerle ölçülen bir azınlığın elinde birikiyor. Pandemide bir eşitsizlik patlamasıyla servetlerini 13,1 trilyon dolara çıkaran 2.755 milyarder, 4,6 milyar insanın toplam varlığından daha fazlasına sahip. Artık milyarlarca proleterin bu sistem içinde yarının bugünden daha iyi olacağına, çocuklarının kendisinden daha iyi koşullarda yaşayacağına inancı yok. Temel ihtiyaçlarını karşılayacak gelirden yoksun bırakılan milyarlar, borç bataklığında ve intiharın kıyısında yaşamaya mahkûm edildi. Doğayı ve insanlığı öğüterek ayakta duran kapitalist uygarlık, gezegeni uçurumun kenarına getirdi. Kapitalizmin çarkları dönsün diye önüne geçilmeyen küresel ısınma ve buna bağlı iklim krizi dünya çapında hasat mevsimini yangın mevsimine, yağmur mevsimini de ölümcül seller mevsimine çevirdi. Neoliberal kent uygarlığının, büyük ölçekli endüstriyel hayvancılığın ve iklim krizinin ürünü olan, bütün insanlığın hayatını altüst eden ve resmi verilere göre 5 milyondan fazla insanın yaşamına mal olan COVID 19 küresel salgını, uluslararası dayanışmanın ve toplumcu bir sağlık sisteminin yokluğunda gündelik hayatımızı kuşatan sonu görünmeyen bir olağanüstü hâl olarak devam ediyor. Artık tamamen insani gelişmenin karşısında, yıkıcı bir güç haline gelen büyük sermayenin toplumsal egemenliği, emek düşmanı, kadın ve LGBTİ+ düşmanı, göçmen düşmanı, gerici, şoven, fetihçi, türcü, bilim ve sanat düşmanı faşist iktidarların ardına sığınıyor. İnsanlığın neredeyse sadece kapitalistlerden ve proleterlerden oluştuğu kapitalist uygarlığın bu evresinde, insanlar arasındaki bütün toplumsal ilişkiler metalar arasındaki ilişkilere dönüştü, meta fetişizmi genelleşti, üst yapının tamamını ele geçirdi ve insanın ancak isyan halinde var olabildiği bir kapsayıcılığa ulaştı. Dünya, sonu görünmeyen ekonomik, toplumsal, siyasal kriz ve çalkantıların içinde yol alıyor. Mantıksal olarak sürdürülemez hale gelen kapitalizm, tarihsel olarak yıkılmamak için gösterebileceği bütün direnişi gösteriyor ve insanlığın ve yerkürenin üzerine yıkıcı bir uygarlık krizi olarak çöküyor.

Zamanların en iyisindeyiz. Neoliberalizm, tarihin gördüğü en kitlesel, en renkli, en yetenekli işçi sınıfını yarattı; egemen sınıflar karşısında kiminle kader ortağı olduğunu gündelik hayatı ve kitlesel mücadeleler içinde deneyimleyen, artık daha iyi bir geleceğin bu sistemin içinde mümkün olmadığını görmeye başlayan, yaşamak için direnmek zorunda olan, dünyanın farklı coğrafyalarında neoliberal iktidarlara karşı birbiri ardına halk isyanlarıyla sahne alan bir yeni işçi sınıfı… Neoliberalizm bütün insanlığı işçileştirirken, insanlığın uygarlık tarihinin derinliklerinden bugüne taşıdığı bütün eşitsizlik, baskı ve tahakküm ilişkilerini, kadın sorununu, toplumsal cinsiyet sorununu, ulusal sorunu, din sorununu, kafa ve kol emeği arasındaki çelişkiyi proleterleştirdi ve bütün bu sorunlar etrafında ortaya çıkan isyan hareketlerini proletarya hareketinin görünümleri arasına kattı. İnsanlık kapitalist sistem tarafından sürüklendiği uçurumun kenarında, neoliberal politikalara ve onu savunmak için en bayağı yöntem ve araçlara başvurmaktan çekinmeyen faşist iktidarların zoruna karşı direniyor. Yeni işçi sınıfı hareketi bugünün dünyasının üzerinde bir “hayalet” gibi dolaşmaktan çok onu bir ahtapot gibi sonsuz sayıda koluyla ve sonsuz bir içerme kudretiyle sarıyor; güvencesiz işçilerin kendilerini ateşe vererek çıkardıkları isyanlarla, kent yoksullarının barikatlar önündeki muhteşem alevleriyle, bastırılamayan ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yıkan bir kadın kurtuluş hareketiyle, insan kültürünü yerkürenin bütün varlığıyla bütünleştiren ekoloji savunmasıyla, kapitalist uygarlığı yıkan gerçek hareketi, komünist yeni dünyayı yaratıyor. Neoliberal toplumsal dönüşümün yaratıp da sahneye sürdüğü şey yalnızca kapitalizmin mezar kazıcıları değil aynı zamanda gezegenin, doğanın ve insanlığın kurtuluşunu temsil eden yeni bir toplumsal düzenin potansiyel kurucuları.

Kriz, bir devrimci kriz ve devrim, çağrısını ileriki bir tarihte gerçekleşecek muhayyel bir karşılaşmanın değil bugünün gerçek toplumsal çatışmalarının içinde buluyor.

Tek adam diktatörlüğü Türkiye halkının üzerine çökmektedir

15 Temmuz 2016 olayıyla birlikte kontrgerilla kanlı bir hesaplaşma içinde parçalanmış ve sömürge tipi faşizm şimdiye kadar görülen en derin yapısal krizine yuvarlanmıştır. Neoliberal sömürge kapitalizminin sürdürülemez hale gelişinin dışa vurumu olan 2018 kur krizi bugün hiperenflasyona doğru ilerleyen bir stagflasyona dönüşmüştür.

Türkiye’de neoliberal sömürge kapitalizminin ve faşizmin çıkışı olmayan krizi yaşanmaktadır.

Türkiye bu öyküyü neoliberal yeni sömürgecilik düzeninin nihai saldırısı altında yaşadı.

Türkiye devrimci hareketi 1992’den 2000’e kadar çok yönlü bir mekanizmayla kuşatma altına alınmıştı.

2001 Şubat krizi sonrasında ABD/AB emperyalizmi ve büyük sermaye Ecevit iktidarının kumandasını doğrudan doğruya eline aldı; AKP, aynı güçlerin bir siyasi mühendislik ürünü olarak 2002’de iktidara getirildi ve 2007’de CIA’nin kumandası altındaki Gülen hareketiyle koalisyon kurarak devlet iktidarı mücadelesinde üstün geldi. Türkiye faşizminin örgütleyici merkezi olan kontrgerilla sisteminin sinir merkezleri AKP-Gülen koalisyonu tarafından ele geçirildi.

Bu sürece, küresel kapitalizmin finansal genişlemesiyle akıtılan “sıcak para” ve AB’ye tam üyelik vaadiyle yaratılan muazzam bir toplumsal illüzyon ve neoliberalizmin nihai saldırısı eşlik etti.

Kamu yok edildi, piyasa tanrılaştırıldı, din sermayeleştirildi.

Sermayeden vergi fiilen kalktı; ücretliler vergi gelirinin tek kaynağı haline getirildi.

Küçük çiftçilik ve geçimlik tarım yok edildi; yerine “tüccar köylü” ile ucuz mevsimlik tarım işçisi konuldu. Kırsal nüfus kentlere yığıldı.

Doğa, kırsal yerleşimler, kentler şirketlerin talanına açıldı.

Kullanım değeri taşıyan her şey metalaştırıldı, çalışabilir herkes işçileştirildi.

Eğreti iş, güvencesizlik ve borç köleliği işçinin tek gerçeği haline getirildi. Kürtler ırkçı şiddet, kadınlar patriarkal şiddet altında bu zincirin en alttaki halkasına eklenmeye zorlandılar.

Türkiye, nüfusun yüzde 93’ünün il ve ilçe merkezlerinde yaşadığı, 20 milyon ücretli çalışanın, 8 milyon işsizin, 9 milyon kayıt dışı çalışanın olduğu bir kentli, güvencesiz, borçlu, ücretli emekçiler toplumuna dönüştü.

Emperyalizm ve büyük sermaye bütün bu süreç boyunca, dinci gericiliğin toplumdaki hegemonyası ile sermayenin emek üzerindeki hegemonyasını bütünleştiren AKP-Gülen koalisyonunu açıkça destekledi.

Türkiye’yi ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki yeni sömürgeleştirme saldırısının taşeron devletleri arasına sokan AKP-Gülen koalisyonu, 2009’dan itibaren giderek derinleşen bir iç çatışmaya sürüklendi.

Emperyalizmin bölgesel sömürgecilik politikaları, AKP-Gülen ittifakının dinci-neoliberal baskı rejimi ve neoliberal sömürge kapitalizmi, Türkiye tarihinin en büyük halk ayaklanmasına, Haziran İsyanı’na yol açtı. AKP-Gülen koalisyonu, iç çatışmasını erteleyerek Haziran İsyanı’nı birlikte bastırmayı başardı ve 17-25 Aralık olayıyla iç çatışmasına geri döndü.

Devrimci demokratik halk muhalefeti, Haziran İsyanı’nın geri çekildiği, Soma Katliamı’nın üzerinin örtüldüğü, Kürt Barış Süreçlerinin başarısızlığa uğratıldığı ve Kürt kentlerinin yıkımdan geçirildiği, 7 Haziran seçimi başarısının kontrgerilla terörüyle etkisiz hale getirildiği 2013-15 döneminin ardından, Erdoğan’ın ve düzen güçlerinin belirlediği temsil alanına odaklı bir politik mücadele düzlemine sıkıştı. Haziran İsyanı sonrasında AKP halk muhalefetini düzen sınırları içerisine hapsetmeyi başarmasına karşın, toplumsal desteğini düzenli bir biçimde yitirmeye başladı ve sonunda iktidarını ancak zorla, hileyle ve en şeytani ittifaklarla sürdürebilir hale düştü.

ABD emperyalizminin Müslüman Kardeşler ağına ve Cihatçı/Selefi çetelere dayanan bölgesel işgal ve sömürgeleştirme politikasının iflası, Türkiye’deki neoliberal sömürge kapitalizminin sürdürülemez hale gelmesi ve emperyalizmin ve Kürt sorununun Türkiye’nin kurulu düzeni içinde çözümünün olanaksızlığı, AKP-Gülen koalisyonunun iç çatışmasını kaçınılmaz bir biçimde parçalanmaya ve 15 Temmuz kanlı hesaplaşmasına sürükledi. 15 Temmuz 2016 olayıyla kontrgerilla parçalandı, sömürge tipi faşizmin bizzat kendisi yapısal bir krize girdi. 

Erdoğan, 17-25 Aralık 2013 sonrasında “Ergenekon”la, 7 Kasım 2015’te MHP ile girdiği işbirliğini 15 Temmuz’da, Türkiye tarihinin gördüğü “en gerici, en ırkçı, en militarist” bir devlet iktidarı koalisyonuna dönüştürdü. Bu koalisyon ancak herhangi bir denetime tabi olmayan açık faşizm benzeri bir “tek adam rejimi” ile sürdürülebilirdi. Bu rejime, Türkiye tarihinin en hileli referandumuyla geçildi. Başta CHP olmak üzere düzen içi muhalefet, bu geçişe, devleti ve düzeni koruma adına yol verdi.

Ancak bu koalisyonla ya da bir başka düzen içi alternatifle 15 Temmuz olayına neden olan çelişkilerin aşılması, sorunların çözülmesi, Türkiye devletinin emperyalist-kapitalist sistemin bölgesel politikalarıyla “uyumlu” bir reorganizasyonuna gidilmesi, neoliberal sömürge kapitalizminin içine düştüğü büyük yapısal krizden çıkarılması, sömürge tipi faşizmin temel mekanizmalarının onarılması mümkün değildi ve olmadı.

Kontrgerilla emperyalizmin gizli işgalinin, sömürge tipi faşizm, sömürge kapitalizminde oligarşinin siyasi egemenliğinin aracıdır. Emperyalizmin bölgesel egemenlik krizinde olduğu, neoliberal sömürge kapitalizminin sürdürülemez hale geldiği, devletin iktidar merkezinin birbiriyle sürekli bir iktidar paylaşımı mücadelesi içindeki küçük çıkar gruplarına bölündüğü bir durumda kurulu düzen bu yapısal krizi aşacak güçleri ortaya çıkaramazdı.

Bu gerçek 2017’de başlayan S-400 krizinde, 2018’den günümüze kadar uzanan döviz ve borç krizinde, kontrgerilla rezaletlerinin her gün bir yenisinin ortalığa saçılıp dökülmesinde ve bu rezaletlerin kronikleşmesinde somutlaşmaktadır.

Bu kriz ya toplumun devrimci güçleriyle ve bir toplumsal devrimle aşılır ya da darbelerin darbeleri kovaladığı, devletin tepesindeki şiddetli iktidar savaşlarıyla sürüp giden bir siyasi çürüme içinde toplumun bizzat kendisini sürdürülemez hale getirir.

COVID 19 pandemisiyle toplumu pençesine alan derin kaygı, devlet otoritesine kazandırdığı geniş ve istismara açık hareket alanıyla Erdoğan-MHP koalisyonunun krizini bir süre için ertelediyse de artık toplum içerisinde bu büyük yıkıcılığa karşı güçlü direniş eğilimleri gelişmektedir. Erdoğan rejiminin yaygın baskıları artık halk direnişini önlemekte başarısız olmaktadır.

Üstelik artık ne emperyalizmin ve ne de oligarşinin elinde, “yükünü halkın sırtına yıkarak da olsa” bu çok yönlü yapısal krizden çıkışın hazırlanmış bir programının bulunduğu görülüyor. Düzenin elinde kala kala “Erdoğan-MHP koalisyonundan kurtularak rahatlama” seçeneği kaldı. 2014’ten bu yana halk içerisinde, Erdoğan karşısında çoğunluk oluşturacak ittifakın Türkiye halkı için en iyi alternatif olduğu fikri pompalanıyor. 2019 yerel seçimlerinde Millet İttifakı’nın, HDP’nin dışarıdan desteğiyle elde ettiği başarı bu fikrin geçerliliğinin bir kanıtı olarak sunuluyor. Neoliberalizmin kamu hizmetleri alanını istila ettiği ilk mecra olan belediyelerde meydana gelen bu yönetim değişikliği, “hiçbir şeyi değiştirmeden, sadece havayı değiştirerek köklü bir değişiklik yaratmış gibi yapma”nın mükemmel bir örneği. Egemen güçler, ABD/AB emperyalizmi ve büyük sermaye, Erdoğan iktidarının “el değiştirmesi” için de benzer bir yolu uygun görüyorlar. Devletin emperyalist sistem hiyerarşisindeki geleneksel konumuna ve neoliberal sömürge kapitalizminin özüne dokunmadan temsili iktidarı değiştirecek ve bu değişim sırasında o iktidarın arkasında işleyen bütün politik ve toplumsal egemenlik aygıtlarıyla, kontrgerilla merkezleriyle, kamu yağmacısı sermaye patronlarıyla, ana akım medya sırtlanlarıyla el sıkışacak bir iktidar alternatifi.

Millet İttifakı bir “restorasyon projesi”nden önce, kurulu düzenin iktidar alternatifidir. Görevi Erdoğan iktidarı altında patlak veren krizleri aşmak değildir; çünkü kriz yapısaldır, altyapısından üstyapısına kadar yeni sömürgecilik sisteminin krizidir ve aşılamaz. Millet İttifakı’na yüklenen misyon, bu krizleri yönetmek, Türkiye halkları için yenilir yutulur hale getirmektir. Millet İttifakı’nın tuttuğu iktidar yolu, öncelikle sömürge tipi faşizmin temel aygıtlarıyla uyum sağlayabileceğini, emperyalist kapitalist sistemin, uyumlu bir bölgesel bileşeni olduğunu, neoliberal sömürge kapitalizmini işletebilir olduğunu göstermektir. Bu nedenle Millet İttifakı’nın Cumhur İttifakı’na karşı iktidar mücadelesi, faşizmden demokrasiye geçiş sürecinin gerektirdiği aşağıdan yukarıya bir hareket olarak değil, temsil alanında çoğunluğu sağlamayı amaçlayan ve halk kitlelerinin enerjisini aşağıdan yukarıya bir harekete dönüştürmeden temsil sürecine tâbi hale getiren bir “oyun” olarak gelişmektedir. Faşizme ve krizin yıkımına karşı devrimcilerin geliştirmeye çalıştığı protesto ve talep hareketleri iktidar tarafından büyük bir şiddet ve kuşatmayla ezilmeye ve yalıtılmaya çalışılmaktadır. Düzen içi muhalefet ise bu hareketleri görüş alanının dışına atıp ezilmesini izlemeyi tercih etmektedir. Temsil alanına daraltılmış, halkın aşağıdan yukarıya demokratik muhalefetinden yalıtılmış bir “iktidar mücadelesi”yle temsili iktidarın el değiştirmesi bile kolay kolay sağlanamaz. Halkın demokratik tepkisini baskılayarak temsili iktidarı ele geçirme taktiği, kaçınılmaz olarak Millet İttifakı’nın faşist-gerici bileşenlerinin siyasi ağırlığını artırmaktadır.

Öte yandan, sömürge tipi faşizmin örgütleyici merkezi olan kontrgerillanın krizi, temsili iktidara özel bir güç ve inisiyatif kazandırmaktadır. “Temsili iktidarın el değiştirmesi”, başta kontrgerilla merkezleri olmak üzere devlet iktidarının temsil alanı dışındaki tüm stratejik güç merkezlerinin de (TSK’nin, siyasi polisin, siyasi yargının, yüksek yargının, YÖK’ün vb.) geleceğini, devlet iktidarı içindeki yerini de etkileyecek bir gelişme olacaktır. Bu nedenle seçim süreci bütün bu güç merkezlerinin etkin bir biçimde katılacağı bir iktidar mücadelesi süreci olarak yaşanacaktır. Bu, darbeler, oldu bittiler, şiddet kampanyaları, provokasyonlar, fiili/resmi olağanüstü hâl ilanları, satın alma operasyonları ve bunlar karşısında halk direnişleri, isyanları, devlet içi kargaşalıklar, karşılıklı saf değiştirmelerle örüntülenen bir süreç olacaktır. Önümüzdeki dönemin temsili iktidar mücadeleleri kaçınılmaz olarak tek adam rejiminin faşist müdahaleleri altında gelişecektir. Bu nedenle faşizme karşı direniş ve mücadele, önümüzdeki dönemin temsili iktidar mücadelelerinin de sonucunu belirleyecek önemde olacaktır.

Yeni sömürgeciliğe, neoliberalizme, ırkçılığa, şeriatçılığa ve militarizme karşı mücadelelerin faşizme karşı mücadeleyle bütünleştirilme derecesi, bu süreçte faşizme karşı kitle mücadelesinin içeriğini ve rengini belirleyecek ve bir sonraki siyasi sürecin karakterine damgasını vuracaktır. Bu bütünlüğü sağlayacak olan ise devrimciler ve kelimenin en geniş anlamıyla işçi sınıfının devrimci güçlerinin ön açıcı, kitlesel militan direniş ve mücadeleleri olacaktır.

Erdoğan-MHP faşizmine karşı mücadeleyi, sömürge tipi faşizmin yıkılışına götürecek olan toplumsal güç, Türkiye işçi sınıfının gerçek gövdesini oluşturan, güvencesiz işçiler, patriarkaya başkaldıran kadınlar, yoksul-emekçi Kürt halkı, eğreti işçilik kurbanı ücretli-profesyoneller ve üniversite öğrencileri, ekolojik yıkıcılığa karşı toprağını, doğasını savunan köylülerdir; özetle işçileşmiş Türkiye halklarıdır. Erdoğan-MHP faşizmine karşı mücadeleyi faşizmin yıkılışına götürecek olan siyasi-toplumsal mücadele programı, emperyalizme, neoliberalizme, ırkçılığa, sermayenin ve sermaye egemenliğinin dinselleşmesine, patriarkaya, doğanın sermayeleştirilmesine karşı işçileşmiş Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesinin programıdır. Bu program, bağımsızlıkçı, doğrudan-demokratik, feminist, özgürlükçü, ekolojist, barışçı, toplumsal eşitlikçi bir devrim programıdır.

İşte bu yüzden bizler; önümüzdeki mücadele dönemine damgasını vuracak olan faşizme karşı mücadelenin her uğrağında işte bu anti-faşist direniş ve sosyalist devrim perspektifi ile hareket edecek; talep etmeyi, hak almayı ve hesaplaşmayı muhayyel bir geçiş sürecine ertelemeden, sadece talep eden değil kendi çözümünü sunup sonuç da alan, saldırılar karşısında halkın öz savunmasına öncülük eden, emekçi halkı anti-faşist iktidar mücadelesinin gerçek öznesi haline getiren ve faşizme, neoliberalizme, ırkçı ve şeriatçı gericiliğe, patriarkal hegemonyaya karşı her bir direnişi bütünsel sosyalist bir programın parçası olarak ele alan kitlesel bir direniş hareketi olarak örgütlemeyi temel görevimiz olarak kabul edeceğiz.

Elbette, önümüzdeki sürecin devrimci eksenini oluşturmak demek düzen güçlerinin karşısına seçim sürecinde de devrimci bir alternatifle dikilmek demektir.Elbette Cumhur İttifakı’nı iktidardan uzaklaştırma mücadelesini faşizmin yıkılması sürecine hizmet edecek en doğru somut seçim alternatifiyle buluşturmak için mücadele edeceğiz. Ve elbette Türkiye toplumunun anti-faşist ve sol siyasi güçlerinin en geniş birliğini somutlaştıran bir devrimci alternatifin içerisinde yer alacağız. Ancak, Erdoğan-MHP faşizminin kaçınılmaz sonuna doğru gidişi sürecinin devrimci eksenini oluşturmaya bir “seçim ittifakı” kurarak başlamayı, bugünden zorunlu bulmuyoruz.

Bugün temel ve öncelikli görevimiz, Türkiye halklarının, bir seçmen davranışına indirgenemeyecek olan, ne seçim anketlerine ne de geleneksel örgütlenmelerin dar sınırlarına sığan, yaygın ancak büyük ölçüde örgütsüz, parçalı ve dağınık halde bulunan neoliberalizme ve faşizme karşı direniş eğilimlerini örgütlemektir. Neoliberalizme karşı mücadele ile faşizme karşı mücadeleyi, hak mücadelesi ile öz savunmayı bir bütünlük içinde ele almaktır. Protestoculuğun ötesine geçerek, neoliberalizmin yıkımı karşısında en temel ihtiyaçlar için mücadele ile devrimci bir toplumsal dönüşüm arasında bağ kuran hak alma eylemlerini ve faşizmin gündelik hayatın içine yayılan şiddetine karşı mücadele ile kontrgerilla mekanizmasına karşı mücadele arasında bağ kuran öz savunma eylemlerini örgütlemektir. Devrimci güçlerin birliğinin ve devrimci bir alternatifin inşasının en inandırıcı, cezbedici ve sağlıklı zeminini oluşturacak kitle mücadelelerini örgütlemektir. Haziran İsyanı’nın yolunu izleyerek, bu mücadelelerin örgütlerini, aşağıdan yukarıya bir demokratik halk hareketinin organlarını, forumlarını, halk meclislerini, Türkiye toplumunun devrimci demokratik güçlerinin en geniş birliğinin temeli olarak ortak bir iradeyle örgütlemeye girişmektir. Bu yolda solun hiçbir örgütlü gücüne sırtını dönmeden ancak Türkiye halklarının direniş potansiyelinin de örgütlü güçlerimizin dar sınırlarını aştığını bilerek, ciddiyet ve samimiyetle hareket etmektir.

Yalnız olmadığımızı, yalnız kalmayacağımızı, faşizme karşı kavganın hiçbir ortağından üstün olmadığımızı ama hiçbirinden geride kalmayacağımızı da biliyoruz. Çağrımızla, faşizme karşı mücadelenin bütün güçlerine sunduğumuz şey hiçbir zorbalık karşısında düşmeyecek omuzumuzdur. Bugüne dek faşizme karşı mücadelelerde yoldaşlık ettiğimiz bütün devrimci güçlerden istediğimiz şey ise omuzumuzu onların omuzlarına dayamak ve faşizme karşı bu kavgaya birlikte, omuz omuza ilerlemek, halkların bu süreçteki devrimci direniş merkezini oluşturmaktır.

Faşist tek adam rejiminin ve neoliberal yeni sömürgeciliğin bugünkü nihai krizi karşısında Türkiye halklarına devrimci bir kurtuluş ve kuruluş perspektifiyle sesleniyoruz:

Faşizm yıkılmalıdır!

Türkiye, 2015 yılından bu yana savaş koşullarında (halkın başına silah dayanarak) düzenlenen gayri meşru seçimler ve OHAL (sivil darbe) koşullarında düzenlenen gayri meşru bir referandum sonucu yönetimi elinde tutan Saray merkezli bir faşist iktidar koalisyonu tarafından yönetilmektedir. Toplumsal meşruiyet sorunu gittikçe büyürken artık egemen sınıfların açık itirazlarıyla ve iktidar bloku içinde bir çözülme süreciyle karşı karşıya gelen Saray, kendi iktidarını korumanın yolunu ülkenin ve halkın geleceğini hiçe sayan yıkıcı çatışmalarda aramaktadır. Bu iktidar derhal yönetimi bırakmalıdır. Yönetimi bırakmamak için şiddete başvurma ve siyasete katılımı engelleme yönündeki bütün girişimler halka karşı işlenmiş bir suçtur, bu suç karşısında demokrasi güçleri açısından militan direniş bir hak ve görev, direnmemek ise suça ortak olmaktır.

2015’ten bu yana halkın hak ve özgürlüklerini hedef alan tüm düzenlemeler tazmin ve telafi edilmelidir. Anayasadan ve uluslararası hukuktan doğan hakların reddedilmesi, ülkeyi yönetenlere muhalefetin özel kanunlarla yasaklanması, kayyum, KHK, güvenlik soruşturması, uzun tutukluluk uygulamaları son bulmalıdır.

Türkiye’de faşizm Erdoğan-MHP faşizminden ibaret değildir ve sadece bir hükümet değişikliği ile değil ancak kontrgerilla mekanizmasının dağıtılması ile bertaraf edilebilir. Devrimciler, faşizmin bütünüyle tasfiye edilmesi için düzen içi muhalefetin kontrgerilla merkezli devleti onarma projesi karşısında kontrgerillanın dağıtıldığı bir alternatifi savunmaktadır. Halkın katılımına kapalı mekanizmalarla devlet iktidarını elinde tutan, bunun için halka karşı suç işleyen ve cezasızlıkla korunan resmî, gayri resmî ve özel tüm şiddet aygıtları dağıtılmalıdır.

Türkiye’de rejimin baskıcı ve anti-demokratik karakteri sınıfsal bir temele sahiptir ve toplumunun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin talep ve beklentilerine yanıt veremeyen yeni-sömürge kapitalizminden kaynaklanmaktadır. Burjuvazinin demokratik kapasitesi, kendi çıkarlarının güvence altına alındığı yere kadardır ki bu da on milyonlarca emekçinin çıkarlarının ve dolayısıyla yönetime katılım hakkının yadsınmasını beraberinde getirmektedir. Demokrasi mücadelesi bugünkü anlamını ancak ve ancak işçi sınıfının ve müttefiklerinin sermaye düzeni karşısında verdiği iktidar mücadelesi içinde bulacaktır.

Temsili demokrasinin krizi ve sermayenin “güçlü yürütme” talebi üzerine yükselen “Tek Adam Yönetimi”nin alternatifi olarak sunulan “güçlendirilmiş parlamenter sistem”, sorunun temelini oluşturan Sömürge Tipi Faşizmin fabrika ayarlarına dönmekten, faşizmi yeniden inşa etmekten başka bir şey vadetmemektedir. Atanmışların değil seçilmişlerin yönetimini savunmak, bugünkü durumdan görece demokratik bir siyasi programı ifade etse de işçi sınıfı, ezilen toplumsal kesimler, yok sayılanlar için demokrasinin, siyasi sürece etkin katılımının asgari temeli, kendi kaderlerini doğrudan belirleyebilecekleri, geri çağırma hakkını kullanabilecekleri ve merkezi idare karşısında özerkliklerini koruyabilecekleri özyönetim mekanizmalarının kurulmasındadır. Toplumun bilinç düzeyi ve yetenekleri ile, her düzlemde hızlı iletişim, ortak tartışma ve karar alma olanakları sunan dijitalleşme bu mekanizmaların kuruluşunu ve işleyişini kolaylaştırmaktadır. Temsili mekanizmalar, doğrudan demokrasi mekanizmaları ile desteklenen değil doğrudan demokrasinin işleyişini destekleyen mekanizmalar olmalıdır.

Halkın siyasete müdahil olabilmesi için iletişim, ifade, toplantı, grev, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmalıdır. Faşist propaganda ve faaliyetlerin engellenmesi dışındaki tüm sansür mekanizmaları son bulmalıdır.

Herkes insanca yaşam koşullarına sahip olmalıdır!

Ücretler insanca yaşamaya yetecek düzeyde olmalıdır! 20 milyon kayıtlı, 9 milyon da kayıt dışı ücretli çalışanı barındıran Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu geçinmek için ücret gelirine mahkûmdur ve işçi sınıfının toplu sözleşme hakkının fiilen ortadan kaldırıldığı ve asgari ücretin giderek ortalama ücrete dönüştüğü koşullarda, ücret mücadelesi artık dolaysız biçimde Türkiye toplumu ile hükümet arasındaki bir mücadeleye dönüşmektedir. Asgari ücret geçim ücreti olmalı, asgari ücretten vergi alınmamalı, işsizlere iş sağlanana kadar işsizlik maaşı verilmeli; işsizlik, malullük ve emeklilik maaşı asgari ücretin altında olmamalıdır.

Herkesin insan onuruna yaraşır bir iş ve çalışma hakkı tanınmalıdır! Geniş tanımlı işsiz sayısı 8 milyonu bulmakta, işçi sınıfının yüzde 85’ten fazlasının örgütsüz, daha büyük bir çoğunluğunun da grev hakkının gasp edildiği koşullarda çalışanlar angarya dahil uzun çalışma süreleri ile, mobbing altında, iş güvencesi ve işçi sağlığı hiçe sayılarak çalışmaktadır. İçlerinde göçmenlerin de bulunduğu 9 milyon kayıt dışı çalışan ise mutlak güvencesizlik koşullarında ve asgari ücretin de altında ücretlerle çalıştırılarak genel ücretler düzeyini aşağı çekmektedir. İstihdam beklentilerinin üstünde kontenjanlarla açılan üniversiteler ve meslek liseleri ucuz, güvencesiz, eğitimli işçi fabrikasına dönüşmüştür. KHK’ler, güvenlik soruşturmaları ve parti devleti uygulamaları nedeniyle iktidara yakın durmayan ve biat etmeyen toplumsal kesimlere kamuda istihdam hakkı tanınmamaktadır. Türkiye OECD ülkeleri arasında bir emekçinin en uzun süre ile çalıştırıldığı ülkelerin başında gelmektedir. Kayıt dışı çalıştırma engellenmeli, toplumun istisnasız bütün kesimlerinin eşit koşullarda çalışma hakkı güvence altına alınmalı ve buna aykırı uygulamalar ortadan kaldırılmalı, çalışma sürelerinin günlük 8 saati aşması engellenmeli ve işsizlik oranları gözetilerek iş günü işi işsizler dahil tüm çalışan nüfusuna bölüştürecek şekilde daha da kısaltılmalıdır. Bir yandan pandemi koşullarında ağır iş yükü altına itilen sağlık çalışanları 36 saat nöbet tutmaya zorlanmakta, okullarda 40-50 kişilik sınıflar oluşmakta, diğer yandan da buralarda çalışabilecek yüzbinler atanmamakta ve işsizliğe mahkûm edilmektedir. Başta eğitim ve sağlık hizmetleri olmak üzere temel hizmetler alanındaki tüm kurumlar kamulaştırılmalı, bu kurumların hizmet kapasitesi “ataması yapılmayan” vasıflı hizmet emekçilerinin tamamının toplum hizmetinde görevlendirilmesi yoluyla genişletilmelidir.

Herkesin insanca koşullarda barınma hakkı tanınmalıdır! Türkiye’de konut üretimi halkın barınma hakkı değil sermayenin yatırım ihtiyacı gözetilerek düzenlenmektedir. Artık emekçilerin büyük bir çoğunluğu için ev sahibi olmak, ömür boyu çalışarak da olsa imkânsız hale gelmiştir. Emekçi aileler gelirlerinin yarısını kira olarak ödemektedir. Bir yanda boş konutlar bir yanda barınamayanlar ya da bir yanda boş yurtlar bir yanda yurtsuzlar birikmekte, emekçiler giderek kentlerin çeperine doğru itilmektedir. Kentte açığa çıkan rant sermayeye değil o kenti kent yapan emekçilere aktarılmalı, konut üretimi toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda kamu tarafından planlanmalı ve sosyal konut projeleri geliştirilmeli, üniversiteli nüfusu dikkate alınarak kamu yurt kapasiteleri ve nitelikleri artırılmalı, kiralara ücretler dikkate alınarak üst sınır getirilmeli, yasal mevzuat kiracı lehine yeniden düzenlenmelidir.

Gıda güvencesi haktır! Kırın tasfiye edilmesi ve kent nüfusunda yaşanan hızlı tırmanış, tarımsal üretimin çöküşü ve hükümetin ithalata bağımlılaştırıcı politikaları, iklim krizinin gıda üretimine dünya ölçeğinde vurduğu darbe, üretici ile tüketici arasına giren ticari zincir ve TL’nin hızlı değer kaybı ile birleşince Türkiye resmi enflasyon rakamlarını kat kat aşan bir yüksek gıda fiyatları enflasyonu ile karşı karşıya gelmiştir. Gıda krizi ve enflasyonu karşısında tüketiciyi ve üreticiyi destekleyen sübvansiyonlar başlatılmalı, üretici ile tüketiciyi ticari zincirlere mahkûm etmeyecek şekilde üretim ve tüketim kooperatifleri desteklenmelidir.

Hanelerin elektrik, su, gaz, iletişim faturalarında ve ulaşımda asgari tüketim parasız / sembolik bedelli hale getirilmelidir.

Herkese parasız, nitelikli eğitim ve sağlık haktır! Bugün eğitim ve sağlık hakkı mücadelesi, piyasalaşma sürecine karşı bir direniş değil artık piyasalaşmış olan bu alanların, toplumsal fayda gözetilerek yeniden kurulması mücadelesidir. Eğitim ve sağlık hizmetleri, halka parasız sunulmanın ötesinde, meta olmaktan bütünüyle çıkarılarak, sermayenin değil toplumun ihtiyaçları doğrultusunda, piyasacı değil toplumcu bir mantıkla, toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde, kamu eliyle yeniden kurulmalıdır.

Salgın karşısında tek gerçek çözüm toplumsal sağlıktır! COVID 19 krizi, neoliberalizmin ve faşizmin halk düşmanı yüzünü en net biçimde ortaya çıkarmıştır. Faşist tek adam rejimi, COVID 19 küresel salgınını sarsılan hegemonyasını kurtarmak için istismar ederken, salgına karşı mücadelenin en kötü pratiklerinden birisini ortaya koymaktadır. Milyonların yığıldığı kent merkezlerinde, ucuz emeğe dayalı üretimi aksatmamak için işçi sınıfının ve bunun sonucu olarak da bütün bir toplumun sağlığı hiçe sayılmıştır. Neoliberalizmin eğitim ve iletişim altyapısını tahrip etmesi, kaynakların kamusal eğitime değil özel okullaşmaya ve imam hatipleşmeye yönlendirilmesi, eğitimin sağlıklı koşullarsa sürdürülmesine imkân bırakmamıştır. Sağlık emekçileri ve halk salgın yönetiminden dışlanmış, gayri şeffaf ve iktidarın politik manipülasyonları ekseninde şekillenen bir salgın yönetimi sergilenmiştir. Bütün bunların sonucunda Türkiye en yüksek vaka ve ölüm oranlarının yaşandığı ülkelerin üst sıralarından hiç inmemiştir. Etkili bir salgın yönetimi için bütün sağlık kurumları derhal kamulaştırılmalı, birinci basamakta koruyucu sağlık hizmetleri yeniden tesis edilmeli, toplumsal sağlık temelinde uluslararası dayanışma ve işbirliği mekanizmaları geliştirilmeli, aşıda patent uygulaması kaldırılmalı, etkinliği kanıtlanmış aşılar tüm yurttaşlar için zorunlu hale getirilmeli, etkili bir filyasyon için mahalleler, işyerleri ve okullar üzerinde tam bir denetim sistemi kurulmalıdır. Bunun için bir yandan eğitim ve sağlık sisteminin yönetimi halkın doğrudan katılımına açılmalı, diğer yandan güçlü bir kamusal denetim sistemi kurulmalıdır.

Emeklilik haktır! Herkese çocukluk, engellilik ve yaşlılık hallerinde bakım güvencesi sağlanmalıdır! Sosyal güvenlik sistemi, yaşlanan nüfusu, genç işsizliğini, artan bakım ihtiyacını ve ücretsiz bakım emeği sorununu çözecek şekilde yeniden yapılandırılmalı; yaşlı, çocuk ve engelli bakımı ailenin değil kamunun sorumluluğunda olmalıdır. Emeklilikte yaşa takılanların emeklilik hakkı tanınmalı, çalışma süreleri yaşa bağlı olarak kademeli olarak düşürülmeli, mezarda emeklilik sistemi son bulmalıdır.

Kadınların ücretli ve ücretsiz emeğine dair eşitlikçi politikalar üretilmelidir! Tam zamanlı ev kadınları için kocaya, babaya, evlenip evlenmemeye bağlı olmaksızın emeklilik hakkı ve sağlık sigortası düzenlemesi yapılmalı, boşanma durumlarında konut ve geçim güvencesi sağlanmalı, iş aramaya başladığı andan itibaren işsizlik ödeneğinden yararlanma hakkı tanınmalıdır. Her dört genç kadından birinin işsiz olduğu ülkemizde kadınların tam zamanlı, güvenceli işlerde çalışabilmesine olanak veren bir istihdam politikası üretilmelidir. Esnek ve güvencesiz çalıştırma yasaklanmalıdır. Eşdeğer işe eşit ücret verilmelidir. Kadınların çalışabilmesinin önündeki en önemli engellerden olan bakım işleri toplumsallaştırılmalı, yaygın yaşlı ve çocuk bakım merkezleri açılmalı, gerektiğinde evde sosyal hizmet uzmanlarınca verilecek bakım hizmetleri kamusal olarak karşılanmalıdır. Doğum sonrası sırayla hem anneye hem de babaya devredilemez doğum izinleri verilmelidir.

Halktan çalınanlar halka iade edilmelidir! Sorunlar toplumsallaştırma ilkesi temelinde çözülmelidir!

Kamu iktisadi teşekküllerinin, doğal zenginliklerin ve temel hizmetlerin özelleştirilmesi, hem emekçiler üzerinde işsizlik, ücret düşüşü ve çalışma koşullarında kötüleşme hem üretimin kâr güdüsünü öne alarak toplumsal ihtiyaçları karşılamaktan giderek uzaklaşması hem de ülkenin ortak varlık ve birikiminin bir avuç sermayeye peşkeş çekildiği bir servet transferi olarak gerçekleşmiştir. Hastanın hastane kapısından geri çevrildiği, okulların iflas ettiği, enerjide üretim ve hizmet kapasitesinin tahrip edildiği, suyun para ile satıldığı, işletmenin çökülecek arazi ya da boşaltılacak kasa olarak görüldüğü bir düzen egemen olmuştur. Devletin özel sektöre verdiğini yeniden devralması ile sınırlı bir “kamulaştırma” da işin mantığını değiştirmemektedir. Eğitim, sağlık, enerji, su, iletişim ve ulaşım başta olmak üzere temel sektörler toplumsal ihtiyaçları gözeten meta dışı bir işleyişin hâkim kılındığı, toplumsal denetim ve işçilerin işyerinde yönetime katılım mekanizmalarının kurulduğu bir toplumsallaştırma süreci ile sermayenin elinden alınmalıdır.

Kamu garantili büyük altyapı projeleri, yollar, limanlar, havalimanları, köprüler, tüneller, santraller, şehir hastaneleri de toplumsallaştırılmalı; kamu garantisi ve hileli sözleşmeler yoluyla kamudan çalınanlar sorumlu iktidar unsurları ve sermayeden tahsil edilmelidir.

Kamu bankalarından karşılıksız ya da düşük faizli krediler, vergi indirimleri, gayri şeffaf finansal işlemler yoluyla yapılan servet transferleri sorumlu iktidar unsurları ve sermayeden tahsil edilmelidir.

Doğanın talanına son verilmelidir!

Neoliberal politikalarla doğa bütün dünyada sonsuz bir kaynakmışçasına hoyratça kullanıldı. Sermayenin hareketini kısıtlayan düzenlemelerin hızla kaldırılmasıyla, doğal alanlar ve kentsel kamusal alanlar sermayenin potansiyel kâr alanlarına dönüştü. AKP bu süreçte kendisiyle birlikte büyüyen sermaye grupları ve iktidar gücü ile kırsal alanlarda büyük bir mülksüzleştirme ve işçileştirme hareketinin doğrudan uygulayıcısı oldu. Ormanlar, su havzaları, tarım alanları hatta dağlar enerji, madencilik ve inşaat şirketlerinin yağmasına açıldı. Çevresel etki değerlendirme süreçleri bakanlık onaylı şirketlerle yapılan göstermelik raporlara, mahkeme süreçleri geç gelen kararlarla sermaye projesinin yapılmasını kolaylaştıran oyalama mekanizmalarına döndü. Hazine garantisiyle yapılan mega talan projeleri bir yandan kentleri ve doğal alanları yok ederken diğer yandan halkın parasının yandaş şirketlere aktarılmasının aracı oldu. Bütün bunlardan geri dönüş mümkündür ve doğanın talanına karşı yaşam hakkı temel ilkesiyle hareket edilmelidir.

Kâr etmeyi önceleyen, kır toplumunun ve diğer canlıların yaşamına saygı duymayan, iklim krizine yol açan politikalar sonlandırılmalıdır. Başta “Kanal İstanbul” ve etrafında kurulması planlanan “Yenişehir” gibi coğrafyamıza geri dönülmez zararlar verecek mega projeler olmak üzere, doğaya zarar veren, iklim krizini büyüten, kırsal alanda yaşamı tasfiye eden bütün sermaye projeleri durdurulmalıdır. Yerel direniş hareketleri dahil ekoloji örgütleri ve bilim insanlarının katılımıyla, sermayenin kârını değil yaşamın devamını gözeten bir ekoloji politikası oluşturulmalıdır.

Kadınlara ve LGBTİ+’lara can güvenliği, toplumsal cinsiyet eşitliği ve özgürlük!

Bugün faşizmin en temel dayanaklarından birini kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı oluşturuyor. Kadınların ve LGBTİ+’ların eşit ve özgür yaşadığı bir ülke için onlarca yıldır mücadele edilerek kazanılmış haklara dönük saldırılara bir an önce son verilmelidir. İstanbul Sözleşmesi yeniden imzalanmalı, sözleşmenin uygulanması için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı, devlet kadına yönelik şiddete karşı, önleyici, koruyucu politikalar geliştirmeli, erkek şiddetine cezasızlık son bulmalı, kamu kurumları kadın örgütleriyle işbirliği içinde şiddeti önlemeye yönelik politikalar üretmelidir. Kadınların ve LGBTİ+ların toplumsal yaşamın her alanında erkekler karşısında eşitsiz bir şekilde var olmasına neden olan her türlü kısıtlayıcılığa karşı, her düzeyde ve her alanda toplumsal cinsiyet eşitliğini temel alan güçlendirici mekanizmalar oluşturulmalı, kadını sınırlamak için “aile” kurumunu esas alan resmi yaklaşım ve mekanizmalar tasfiye edilmelidir.

Faili devlet ve devletle bağlantılı erkekler olan cinayetlerin üstü kapatılmamalı, sorumlular hesap vermeli, erkek adalet değil gerçek adalet sağlanmalıdır.

Kadınların yaşama eşitsiz katılmalarına neden olan bakım işleri toplumsallaştırılmalı, kadın istihdamında ayrımcı ve eşitsiz uygulamalara son verilmelidir.

Çocuk istismarına af anlamına gelecek herhangi bir düzenleme yeniden gündeme getirilmemeli, erken yaşta evlendirme yasaklanmalı, çocukları koruyucu politikalar geliştirilmelidir. Kadın düşmanlığı propagandası ve bir resmî ideoloji haline getirilmeye çalışılan homofobi/transfobi engellenmelidir. Bütün bunların bir numaralı temsilcisi olan Diyanet kapatılmalıdır.

Bu politikalar kadınların ve LGBTİ+’ların her aşamasında etkin katılımı, söz, yetki ve karar hakkına sahip olması ve toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde üretilmelidir. Kadınların her alanda eşit temsili yasal düzenlemelerle garanti altına alınmalıdır.

Kürt sorununda eşitlik ve kolektif haklar temelinde toplumsal demokratik çözüm!

Türkiye’de nüfusu 15 milyonu bulan Kürt halkı hala kendi dilinde eğitim görememekte, kamusal hizmet alırken kendi dilini kullanamamakta, Kürtlerin kültürel ve siyasal hak taleplerini dile getiren ve şiddete dayalı resmi politikaya itiraz eden siyasetçiler milyonların oylarını alıp parlamentoya ve yerel yönetimlere seçilmelerine rağmen devlet yargıyı bir sopa olarak kullanıp milyonların iradesini çiğneyebilmektedir. Çünkü Kürt sorununun çözümsüzlüğü kontrgerilla düzeninin devamı için bir güvence sunmaktadır. Çözümsüzlük aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı mücadelesini zayıflatmakta ve Türkiye’yi emperyalizmin inisiyatifini artırdığı, giderek boyutlanan askeri çatışmaların ortasında bırakmaktadır. Kürt sorunu kolektif haklar temelinde toplumsal ve demokratik bir çözüme kavuşturulmalıdır. Kürt halkının kurucu ve çözücü potansiyelinin ortaya çıkabilmesi için savaş politikalarına derhal son verilmeli, kayyum uygulamaları kaldırılmalı, HDP’ye ve Kürt siyasetçilere yönelik baskılar başta olmak üzere Kürt halkının kültürel-siyasal hakları için örgütlü mücadelesinin ve Türkiye toplumunun geri kalanıyla eşit koşullarda ilişki kurmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır.

Türkiye’deki Kürt sorununu çözümsüz hale getirmeyi, Kürt halkının demokratik taleplerini bastırmayı amaçlayan uluslararası politikalara, savaş kışkırtıcılığına, dış müdahalelere, gerici ittifaklara son verilmelidir. Kürt halkının demokratik haklarını Ortadoğu çapında güvence altına alan bir uluslararası ilişkiler siyaseti izlenmelidir.

Emperyalizmle bağımlılık ilişkilerine son verilmeli, işgal operasyonları sonlandırılmalıdır!

Türkiye halkları bir yandan askeri ve ekonomik bağımlılık ilişkileri temelinde emperyalist güçlerin boyunduruğunu taşımakta, bir yandan da Türkiye egemen sınıflarının içselleştirdiği emperyalist çıkarlar doğrultusunda bölge halklarını boyunduruk altına alma girişimlerinin bedelleriyle yüzleşmektedir. Her iki durumda da Türkiye halklarının çıkarları emperyalistler ve emperyalist çıkarları içselleştirmiş yerli egemen sınıfların karşısında, ulusların birbiri üzerinde hakimiyet kurmadığı, eşitlikçi, dayanışmacı, barış içinde bir dünyadan yanadır. Türkiye’nin NATO üyeliği başta olmak üzere emperyalist bağımlılık ilişkilerine son vermeli, bunlar bir başka uluslararası güce askeri ve ekonomik bağımlılaşma ile ikame edilmemeli, TSK diğer ulusların egemenlik haklarını ihlal eden ve yerel halk tarafından işgalci güç olarak tanımlandığı tüm askeri operasyonlardan geri çekilmeli ve TSK’nin yanında paralı asker olarak kullanılan cihatçı kontrgerilla ağı dağıtılmalıdır.

Mültecilerin mültecilik hakları tanınmalı, göçmen işçilere eşit koşullarda çalışma hakkı sağlanmalıdır!

Türkiye’yi yönetenlerin de birinci derecede sorumluluk sahibi olduğu savaşlar sonucu ülkemize milyonlarca mülteci yığılmıştır. Türkiye, komşu ulusların egemenlik haklarını tanımalı, milyonları yerinden eden savaş politikalarını terk ederek bölgesel barışın inşası için çalışmalı, barındırdığı mültecileri Avrupa ile pazarlık unsuru olarak kullanma politikasına son vermeli, mültecilerin mültecilik haklarını tanınmalıdır.

Mültecilerle yerel halkın iç içe yaşadığı bölgelerde sosyal uyum sorununu giderecek ve olası gerilimleri önleyecek şekilde, farklılıkları ve özel ihtiyaçları dikkate alan politikalar geliştirilmeli, mülteci kadın ve çocuklar korunmalıdır.

Türkiye işçi sınıfı içerisindeki oransal ağırlığı giderek büyüyen ve tarım, inşaat, tekstil başta olmak üzere belli sektörlerde çalışanların çoğunluğunu oluşturan göçmenlerin eşitsiz koşullarda çalıştırılması önce kendilerinin sonra da kendileriyle birlikte işçi sınıfının geri kalanının ücretlerini düşürmekte ve çatışma şartlarını kötüleştirmektedir. Göçmen işçilerin yerli işçilerle eşit haklar temelinde çalışması sağlanmalıdır.

Devlet ve sermaye dinden, din devlet ve sermayeden arındırılmalıdır!

“Dini devlet işlerinden ayırmak” için dini devletin koltuk altına yerleştiren “devletçi laiklik”, emperyalizmin gizli işgali ve iktidarın oligarşiye devri sürecinde iflas etti. 1945 sonrasında, yarım yüzyıl boyunca dinci-mezhepçi siyasi gericilik devlet ve sermaye eliyle güçlendirildi ve faşizmin yapısal bir bileşeni haline getirildi.

Neoliberal politikaların uygulamaya konulmasıyla birlikte dinin sermayeleştirilmesi ve sermayenin dinselleştirilmesi süreci ön plana çıktı. Yeni birikim rejiminin taşeron ve fason ağlarının oluşturulmasında, tedarik zincirlerinin yapılandırılmasında, finansman sistemlerinin genişletilmesinde, işçi sınıfını ve yoksul halkı en güvencesiz biçimlerle sisteme eklemlemenin, dilencileştirme, bağımlılaştırma yöntemleriyle yönetilebilir hale getirmenin araçları dinci gericilik üzerinden üretildi.

Kontrgerilla yapılanmasında CIA güdümlü Gülen cemaati ve Hizbullah gibi dinci gerici çeteler öne çıktı.

AKP iktidarı altında, devletçi laikliğin dini denetlemek için oluşturduğu kurumlar, devletin ve toplumun dinin denetimi altına sokulması için kullanılmaya başlandı. Diyanet İşleri Başkanlığı toplumsal yaşamı, medeni hukuku ve giderek siyasi ortamı dinselleştirmekte önemli bir araç haline geldi. İmam Hatipleştirmeden, laik okulların müfredatını ve okul öncesi eğitimini dinselleştirmeye geçildi. Dini referanslarla çalışan finans kuruluşları kamu bankalarına kadar genişledi.

Dinin devletleştirilmesi ve devletin dinselleştirilmesi, dinin sermayeleştirilmesi ve sermayenin dinselleştirilmesi bugünkü tek adam rejiminin ve neoliberalizmin en önemli toplumsal ve yönetsel dayanaklarından biridir. Toplumun seküler kesimleri, Sünni (hatta Hanefi) olmayan Müslümanlar, Aleviler ve Hristiyanlar dışlanmakta, baskılanmakta, Sünnileşmeye-Müslümanlaşmaya zorlanmaktadır.

Din ve devlet birbirinden kesin olarak ayrılmalı, siyasal ve toplumsal yaşamın düzenlenmesi süreçlerinde dinî müdahaleler engellenmeli, inanan inanmayan bütün yurttaşların eşit yurttaşlık hakları tanınmalı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve İmam Hatip Liseleri kapatılmalıdır. Bütün dinlerin ibadethanelerinin bakımı ve din adamlarının istihdamı için kamu denetiminde özel bütçeler oluşturulmalı, bu bütçelerin mali kaynakları inanç sahiplerinin gönüllü katkılarıyla oluşturulmalıdır.

Din sermayeden, sermaye dinden tam ve kesin olarak ayrılmalıdır. Dinsel topluluklara ve din insanlarına ticaret ve siyaset yasağı getirilmelidir. Ticari kurumların hangi biçim altında olursa olsun dinî referanslarla faaliyet göstermesi yasaklanmalıdır.

Dinsel ilkelere dayanan bütün eğitim ve sağlık kurumları kapatılmalıdır. Dinî yayınlar kamu denetimine tabii tutulmalı ve anti-laik, cihadist vb. siyasi içerikten arındırılmalıdır.

Laiklik bugünkü güncel içeriğini ezilen sınıfların neoliberalizme ve faşizme karşı mücadelesi içinde yeniden kazanıp toplumsal kurtuluş mücadelesinin bir bayrağı haline getirilmelidir.

Harekete geçiyoruz

En genel çerçevesini çizdiğimiz ve tabiî ki hem tartışıp hem eylemini üreterek geliştireceğimiz bu program sadece bir talepler/öneriler manzumesi değildir. Bu program aynı zamanda, neoliberal yeni sömürgeciliğin ve sömürge tipi faşizmin çöküşe doğru ilerlediği günümüzde, Türkiye halklarının insanca bir yaşama, demokrasiye, özgürlüğe, barışa, eşitliğe, kardeşliğe ve laikliğe ulaşabilmesi için temel alacağımız somut mücadele zeminimizdir.

Türkiye halklarının bütün demokratik güçlerini, Türkiye devrimci hareketinin onlarca yıllık mücadelesinden süzülüp gelen temel ve ortak değerleri üzerinde şekillenen ve bugün artık Türkiye halkları için tek çıkış yolu haline gelmiş olan bu mücadele zemininde birleştirerek faşizmin karşısına dikmek için sorumluluk alıyor ve harekete geçiyoruz.

Bu çağrı hak ettiğimiz, hayalini kurduğumuz eşit ve özgür bir yaşamı kurmak üzere örgütlenme, kurtuluşumuzun ancak kendi ellerimizle geleceğini bilerek mücadele etme çağrısı. Ay sonunu nasıl getireceğini düşünen, ev işlerinin altında omuzları çöken, geleceğinden kaygı duyan, karanlıkta uyanıp işe gidip karanlıkta eve geri dönen, toprağını ekemeyen, sokaklarda özgürce yürüyemeyen, ülkesinde bilim üretmek isteyen, sanatına değer verilmeyen, kredi borçları altında boğulan, düşüncelerini özgürce söylemek isteyen, var olduğu ve var ettiği halde yok sayılan tüm kesimlerin bu mücadelede yapabileceği sonsuz.

Gelin hep beraber eşitlik, özgürlük, barış içinde, insanca yaşayacağımız bir ülkeyi, sosyalist Türkiye’yi kuralım.